Cinsiyet ve Tekrar Doğuş
Bedri RUHSELMAN’ın RUH ve KÂİNAT adlı eserinin 800-805 sayfalarından güncel Türkçe’ ye uyarlanmıştır.
Tekrar doğuştan söz ederken, birçok kimsenin aklına hemen şu gelir: “Dünyada kadın ve erkek birbirinden tamamıyla ayrı birer varlıktır. Morfolojik ve fizyolojik doğal olaylar kadın ile erkeği sanki keskin bir sınırla denilebilecek kadar birbirinden ayırmıştır. Bundan dolayı tekrar, tekrar dünyaya gelişlerde, varlıkların bazen kadın, bazen erkek olarak enkarne olmalarını kabul etmek akla uygun ve bilimsel bir düşünce ürünü olamaz.”
Buna karşılık kadınların, hep kadın, erkeklerin de hep erkek olarak enkarne olduklarını kabul edersek, bu fikir iddia olunan gelişim olgusuna uygun gelmez. Çünkü cinsiyetin sonuçlandırdığı birinde var olup, ötekisinde bulunmayan öyle özellikler vardır ki, varlığın bunlardan yoksun kalması olgunlaşmaya ve gelişme fikriyle bağdaştırılamaz. Böyle olunca; örneğin, kadındaki şefkat hisleri, erkekteki cesaret ve metanet hisleri tek taraflı olarak gelişmeye mahkûm bırakılır.
Bu yaklaşımlar, dünya ile sınırlı olaylar içinde ele alındığında doğru olabilir. Fakat dünyadaki olaylar uçsuz bucaksız evrenin tüm olaylarını açıklayamaz. Dünyada olup bitenler ve onlara bağlı yaklaşımlar sonsuzluk için bir “hiç” ten ibaret kalır. Çünkü ebediyet içinde bizim dünya yaşamımızı çevreleyen zamanın hiçbir değeri, yoktur.
Ruhun tekâmülü yalnız bir tek dünyada oluşmaz; dünyaya benzer dünyalarda ve sayısız âlemlerde yavaş yavaş olur. (Tedric Yasası…) Bu şekilde ruh varlığı bir uzaysal objede (dünyada) noksan kalan taraflarını başka bir uzaysal objede tamamlamak olanağına her zaman ve sürekli olarak sahiptir. Esasen tekrar tekrar doğuşların nedenlerinden biri de budur. Sâdece bizim dünyamızdaki gelip gitme ihtiyaçlarını gidererek ayrılmış bir varlığı her bakımdan tamamen gelişmiş sayamayız.
Nasıl ki o başka uzaysal objelerden de sürekli olarak noksan çıkacak ve enkarne olduğu her maddesel ortamda sürekli olarak yeni görgü ve deneyim kazanmak için yaşayacaktır. Durum böyle olunca, eğer varlık, bu dünyaya hep kadın ya da hep erkek olarak gelmiş olsaydı bile, noksan kalan yanlarını bizimkine benzer başka uzaysal objelerle tamamlamak olanağını her zaman bulabilirdi.
Bundan başka, bir toplumda kadınlardan daha duyarlı, onlardan daha şefkatli erkekler de yok değildir. Keza, erkeklerin bulunduğu toplumsal koşullarda yaşayan ve onlar gibi tepkiler veren kadınlar da az sayılmaz. Bu durumun yeryüzünde giderek belirginleşmesi bir cinste bulunan manevi özelliklerin öteki cinste olamayacağı savını çürütmeye yeterlidir.
Bununla birlikte, bu düşüncelere girmeden, yukarıdaki itirazı, yani tek yanlı gelişim iddiasını hükümsüz bırakacak olayları bulup, öne sürebilecek durumdayız. Erkeklik ve kadınlık, maddesel oluşumun gereği olan geçici bir tezahürdür. Bu durum dünyanın maddeleriyle kazanılır ve gene dünyada bırakılır. Dünyadaki koşulların bulunmadığı başka âlemlerdeki kadınlık / erkeklik durumu bizdeki gibi değildir. Daha “yüksek” âlemlerde ise, bu durum ortadan tamamen kalkmıştır.
Erkeklik ve kadınlık demek, ruh varlıklarının, bedenlerini bu cinslerden birisine özgü hormonlarla kurmuş olması demektir. Hormon ise maddedir. Ruh varlıkları istedikleri maddeyi dünyada kullanmakta serbesttirler. Tıp ve biyoloji bize, insan bedenindeki hormonal durumlarda ortaya çıkan değişmelerin ne kadar dikkat çekici değişimlere/başkalaşmalara neden olduğunu açık olarak gösteriyor.
Cinsiyetle ilgili hormon bezelerinin birinde oluşan bozukluk bir erkeği yarı kadın ya da kadını yarı erkek duruma getirebiliyor. Akıl hastalıkları kitaplarında erkek giysileri içinde kadınları ve kadın giysileri ile dolaşan erkeklerin resimleri görülebilir.
Fizyolojik ses değişimleri, kıllanmalar ve hatta karakter değişiklikleri, hep cinsiyet organlarının gelişip olgunlaşmasıyla paralel yürüyen olaylardır. Bu organlardaki rahatsızlıklar insanın manevi varlığı üzerinde tesirler oluşturur. Bu bakımdan, bir harem ağasının erkekliği lafta kalır. Veraset konusunda, maddesel oluşumun moral üzerinde önemli etkileri olduğunu açıklamıştık. Doğrudan doğruya bir hormon konusu olan cinsiyet irdelemesindeki biyolojik olgular bu kuralların dışında kalamaz.
Ruhlar, maddeler arasına inecekleri sırada, daha spatyumdayken (Spatyum= ölüm sonrası ortam), dünyasal koşullara göre hazırlanmaya başlarlar. Dünyadaki hadımlık/erkeklik durumu onların orada içsel gelişim gereklerine göre verecekleri karara bağlıdır. Onların bu kararları, dünya maddeleri arasında şu ya da bu oluşumu yeğlemeleriyle gerçekleşir. Bir kez, dünyaya örneğin, erkeklik özelliklerini taşıyan bir bedenle enkarne olmuş ruh varlığı, erkek olmanın gerektirdiği tüm maddesel ve toplumsal koşullarda yaşamak zorunda kalır.
Çünkü bu özellikleri doğrudan fizyolojik ve biyolojik yasalar onun bu dünya koşullarını zorunlu olarak belirlemiştir. Kadınlık hakkında da durum aynen böyledir.
Bazı kadınlar/erkekler kendi cinsiyetlerini yeğlerler ve erkek erkekliğini, kadın da kadınlığını bırakmak istemez. Bu durumdan dolayı tekrar doğuş gerçeği aleyhindeki itirazlar ortaya çıkar. Fakat bu durum dünyanın geçici maddelerine bağlı, gelip geçici arzulardan doğmuş bir anlayış ve yaklaşımdan başka bir şey değildir. Dünyada bırakılması kaçınılmaz olan her maddesel anlayış gibi, bu anlayış da burada bırakılmaya mahkûmdur.
Bu konu üzerinde bir toplantıda görüşülürken ben, önceki doktorlardan bir arkadaşımın şiddetli hücumuyla karşılaşmıştım. Bu doktor arkadaşımız, bir erkeğin kadın olarak dünyaya gelmesini erkekliğin ciddiyeti ile bağdaştıramıyor ve bunu sanki dayanılmaz bir “düşüklük” sayıyordu. Bu doktor o günkü düşüncesinde tamamen haklıdır.
Nasıl ki, böyle kusurlu bir anlayışa bağlı olarak yaşamak için dünyaya geldiğini bilmemekte de haklı bulunmaktadır. O, erkekliğin bir meziyet olduğuna inanacak ve bir dünya yaşamını bu realite içinde geçirecektir. Onun buna kendi yaşam planı gereği gereksinimi vardır. Fakat acaba aklı başında ve olgunlaşmış bir kadın, doktorumuzun bu realitesini nasıl karşılayacaktır? Bunun takdirini okuyucuya bırakıyorum.
Aslında ne erkeklik ne de kadınlık bir kusurdur, bunların her biri dünyanın tüm maddesel oluşumu gibi, ruh varlığının gelişimi için gerekli olan değerli birer araçtır. Her araç hakkında olduğu gibi burada da bir ruh varlığı, kadınlık ya da erkekliğin bir gelişim aracı olduğunu unutup, onu amaç edinmeye kalkışırsa, gerçekle karşı kaşıya geldiği zaman, doktorumuz gibi onun, isyanından dolayı bazı endişelerle karşılaşması pek olasıdır.
Fakat bu endişelerin de büyük bir önemi yoktur. Çünkü sonunda bir gün dünya deneyimleri sona erer, tüm maddeler, tüm hormonlar ve onlara bağ tüm kabullenmeler mezar çukuruna terk edilir. İşte o zaman ruh varlığı, ağır dünya yüklerinden kurtulmuş, serbest bir varlık durumunda, kendi iç yaşamına ve kazanmış olduğu en yüksek realitesine kavuşur. O zaman anlar ki, ortada ne kadınlık, ne de erkeklik diye bir şey vardır.
Bunlar, yeryüzünde sürekli olarak edinilen ve bırakılan dünyanın gelip geçici koşullarıyla ilgili kabullenmelerden ibarettir. Tüm buna benzer kabullenmeler aslında enkarne varlığa ibretli ve yararlı dersler veren “masallardan” doğmuş gibidirler. Bu “masallar” o kadar çoktur ki, bunların yanında “kadınlık / erkeklik masalı” nın sözü bile olmaz.
Bir ruh varlığı dünyaya enkarne olurken, gelişim planına uygun koşulları arar. O, bunda serbesttir. Madde türleri ruhların elinde birer oyuncak gibidir. Ruh varlıkları bu özgürlüklerinden yararlanarak, içinde bulundukları âlemlerin maddeleri üzerinde uygulamalar yaparlar. Koskoca bir bedeni (vücut organizmasını) oluşturan bir ruh varlığının, o bedene erkek ya da kadın formu verebileceğinden kuşkulanmaya bile gerek yoktur.
Yeter ki bu seçimi onun gelişim ihtiyacını karşılamış olsun. Eğer bir ruh varlığının dünyaya enkarne olmaktaki amacı bir kadın yaşamının gerekleri yerine getiriliyorsa, bunu yapmak olanağı onun elinde olduğuna göre dünyaya bir kadın olarak gelmekte ısrar etmesinin ya da erkek olarak gelmesinin bir nedeni ve anlamı kalmaz. Bu durum tekrar doğuş fikrine aykırı gelmedikten başka, tam tersine, onu zorunlu kılan gelişim yasalarının bir gereği olur.
Her şeyden önce şunu unutmamak gerekir ki spatyumdaki ruh varlıklarının cinsiyet hakkındaki görüşleri, dünyadayken etkisi altında kaldığımız maddesel/beşer eğilimlerden ve doymazlıklardan ayrı, şuurlu ve yüksek amaçlara yöneliktir. Bu görüşteki esaslı fark, kadınlık ve erkeklik hakkındaki dünya ve ahiret anlayışlarının da esaslı bir şekilde farklı olması sonucunu doğurur.
Dünyaya enkarne olmuş bir ruh varlığının, spatyumdayken iradi olarak yüklendiği ağır kadınlık/erkeklik yükleri, yeryüzünde zorunlu olarak taşıma durumu karşısında olabildiğince dayanılabilir bir şekle sokabilmek için, bir takım aldatıcı duyularla “cilalanmıştır”. Oysa yaşamını özgürce seçebilecek kadar fehim ve ferasete sahip bir ruh varlığının görebildiği yüksek amaçlar böyle “cilalanmalara” gerek göstermez. Böyle bir varlığın biricik amacı, gelişerek yükselmek ve gelişmenin çarelerine başvurmak olur.
Aile:
Aile üyeleri bir sonraki yaşamlarında da aynı aileden mi, yoksa başka aileden mi dünyaya gelecekler/gelirler? Dahası, insanlar dünyaya her gelişlerinde başka başka ailelerden enkarne olacaklarsa, aile üyeleri arasındaki sevginin, akrabalığın akıbeti ne olur/olacaktır? Tekrar doğuş konusunda zihinleri kurcalayan soruların bazıları da bunlardır. Dolayısıyla bu soruların yanıtlarını araştırmak yararlı olacaktır. Fakat bunların doğru yanıtlarını bulmak için, her şeyden önce bağlı bulunduğumuz beşeri anlayışların ve koşullanmışlıkların dışında kalmaya çalışmak ve olayları tam bir tarafsızlıkla irdelemek gerekir:
Önce şunu anımsamakta yarar var: Aile oluşumu dünya yasalarına bağlı doğal bir zorunluluktur. Özellikle insanlar arasında en yüksek derecesine varan aile bağlarının, hayvanlar âlemine ve daha aşağılara inildikçe gücünü yitirmesi, söz konusu bağların bir gelişim zorunluluğu olduğu düşüncesine bizi yönlendirir.
En doğal bir aile bağı olan çocuk ve ana–baba sevgisi, taslak hâlinde de olsa yüksek hayvanlık düzeyinde de bulunur. Fakat aşağılara doğru inildikçe bunlardan eser kalmadığı görülür. Bir maymunun, bir kedinin hatta bir kazın yavrularına karşı (derece farkıyla) gösterdiği ilgi, örneğin, sinek, balık, kurbağa vb. gibi hayvanlarda görülmez. Buna karşılık, bunlardan daha geniş aile bağlantıları, insanlar arasında idealleşmiş olarak vardır.
Aile oluşumlarında biz, birisi ötekinin aracı olan ayrı iki elemanı hemen hemen her zaman birbirine karıştırırız. Her şeyden önce bu elemanları ayırt etmek gerekir. Acaba bu elemanlar nelerdir ve yukarıda bir “gelişim aracı” olarak ifade ettiğimiz “aile bağları” bu elemanlardan hangisiyle ilgilidir? “Aile bağları” söylemini anlamlandıran elemanlarından dünya maddelerine ve o maddelerin bağlı bulundukları yasalara bağlı olgu gruplarıdır.
Bundan dolayı yeryüzüne inmek, bu olgu gruplarıyla karşılaşmak demektir. Ne kadar küçük görünürse görünsün, bu olgulardan hiçbirisi anlamsız ve gereksiz değildir. Örneğin, benim bu dünyada, yazı yazmak için bir kalemim olacak diyorum. Bu kaleme sahipliğim maddesel bir elemandır ve bu eleman benim dünyaya inmekteki amacımı, yani olgunlaşmamı sağlayacaktır. Böylece gelişip, olgunlaşmamın sağlanması da manevi elemandır. Şu halde maddesel elemanlar birer araç, manevi elemanlar ise amaçtır.
Aile oluşumlarının maddesel elemanlarını; analık, babalık, kardeşlik ve başka adlarla anılan dünyasal/beşeri yasalar kapsamında maddesel olgular oluşturur. Aile oluşumunda amaç olan manevi elemanlar ise ruhların birbirleri ile ilgilenmeleri ve bu ilgiden doğan ölümsüz sevginin varlık âlemiyle ilgili düzen ve uyumunun kurulmasıdır. Şu halde analık, babalık, kardeşlik vb. gibi bir takım maddesel soyca yakınlık şekilleriyle ortaya çıkan aile oluşumunun dış görünüşü, ruh varlıklarının birbiriyle kaynaşarak İlahî düzeni ve güzelliği içinde liyakatli ve etkin birer etmen olmalarını kolaylaştıran araçların ifadesinden başka bir şey değildir.
Yeryüzüne inmek, maddesel araçları kullanarak, onlardan gelişim yönünde yararlanmak olunca, ruh varlıkları arasındaki sevgiyi ve yakınlaşmayı sağlayacak araçların en verimlisi olan aile düzeninden onların yararlanmaları kaçınılmaz bir şekilde gereklilik olur. Durum böyle olunca, gelişim gereği olarak kabul ettiğimiz aile bağlarını, aile oluşumlarının maddesel elemanları arasında aramamız gerekir.
Bir ailenin en yakın maddesel elemanları analık ve babalık şeklinde ortaya çıkmış olanlardır. Ruh varlıklarının bir aile içinde şekil olarak belirleyip kabul ettikleri maddesel elemanlar, onların gelişim hedeflerine uygun olarak duydukları gereksinime göre ayarlanmıştır. Bundan dolayı; evlat, kardeş, torun, amcaoğlu, halakızı vb. gibi derece derece birbirinden uzaklaşarak, doğan bireylerin aile içindeki yerleri rastgele ya da bir kaprisle belirlenmiş değildir.
Bunlar, spatyumda verilmiş ince hesaplı bir akıl yürütmeye bağlı kararın sonucudur. Böylece bir ailenin üyeleri, duydukları içsel gelişim gereklerine göre dünyaya her inişlerinde yerlerini (aile içi konumlarını) pekâlâ değiştirebilirler ve hatta bu durum bazen bir zorunlulukta olabilir.
Sonuç olarak, bu maddesel araçların ölüme mahkûm olduğunu bildiğimize göre, aile kurumunun yakınlık bağlarını ifade eden bu aslında manevi değerlerin gelişimine yarayan, analık, babalık, kardeşlik vb. gibi maddesel soyca yakınlık durumunun ancak dünya yaşamı ile mümkün olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Gelişimimizde araç olan her maddesel eleman, son nefesle arkada bırakacağımız beden gibi, mezara gömülecektir. Dünyanın malı dünyada kalır. Bunlar yeryüzünün demirbaş eşyasıdır ve oradan dışarı çıkarılmaları doğa yasalarıyla yasaklanmıştır.
Görülüyor ki, aile oluşumunun şekle ve maddeye ilişkin analık, babalık, kardeşlik vb. gibi durumları dünyada bırakılacaktır. Çünkü bu durumlarda gereği kadar (gelişim yönünden) yararlanılmış ve sonunda bizi yükseltecek manevi değerler kazanılmıştır.
Yeryüzündeki aile bağları ruh varlıklarının birbirine manen yakınlaşmasına bir vesile ve araç olunca, bu amacın gerçekleşmesi yolundaki gereklere göre araçların istenildiği şekilde kullanılması doğal bir hak olur. Acaba akrabalık bağları dışında, söz konusu manevi yakınlığı sağlayacak, bir ailedeki iki kardeş sevgisi kadar güçlü yakınlaşma araçları yok mudur? Ben öyle dostluklar bilirim ki, iki kardeşin birbirine göstermeyeceği sevgiyi ve özveriyi kalbinde taşır.
Bundan başka, bireylerin birbirine yaklaşması akrabalık yoluyla da olur. Birbirine yabancı iki uzak akraba günün birinde bu yolla birleşirler ve bir aile oluverirler. Demek ki, dünyamızda bile bu gereksinim duyulmakta ve bir aileden başka aileye geçişler daha karmaşık yollardan sanki bir içtepiyle oluvermektedir. Benzer şekilde, ileride ele alacağımız başka beşeri oluşumlar da ruh varlıklarının yakınlaşmasına araç/vesile olmak bakımından bize göre büyük birer aile ocağı sayılır.
Tüm bunlardan dolayı ruhları birbirine yaklaştırıcı maddesel dünya etmenleri yalnız aile oluşumuyla sınırlı değildir. Her tekâmül aracında olduğu gibi, burada da sayısız ilerleme olanakları vardır.
Durum böyle olunca, bir yaşamda herhangi bir aileden gelmiş varlıkların başka yaşamlarda mutlaka aynı ailenin aynı fertleri (örneğin; babaların sürekli baba, kız kardeşlerin hep kız kardeş vb.) durumunda doğmaları gibi bir koşul olmadıktan başka, gelişim açısından çoğunlukla olası da değildir.
Erkeklik/kadınlık nasıl gelişim ihtiyacına gör değişebiliyorsa, tıpkı bunun gibi, bir aile içindeki yakınlık şekilleri de varlıkların serbest spatyum yaşamlarında, gelişim ihtiyaçlarına göre vermiş oldukları karar gereği pekâlâ yer değiştirebilir. Yani gelişim ihtiyacına göre bir baba, bir sonraki yaşamda oğul, bir kız da anne olabileceği gibi, bir karı, koca, bir dayı da hala olabilir. Şu halde bir ferdin, bedeni terk edişi ve yeniden doğuşu ile ailesi arasındaki önceki yerini yitirmesi, hatta önceki ailesinden tamamen ayrılması tekrar doğuş gerçeği aleyhinde hiçbir zaman kanıt olamaz. Böyle bir düşünce tekrar doğuş olgusuna aykırı gelmek şöyle dursun; tam tersine, onu destekler.
Bununla beraber, varlıklar arasındaki sempati, yakınlık ve sevgi (dünyadaki yasalar kapsamında) aile fertleri arasında epeyce yüksek derecesini bulmuştur. Bundan dolayı bu yakınlık çoğunlukla onların birçok yaşamında sürekli olarak aynı aileden dünyaya gelmelerini sonuçlandırabilir. Bundan başka, bir aile üyelerinin duygu, düşünce ve yükseklik düzeyleri de aşağı yukarı benzeyişler/andırmalar vardır ki, bunlar da onların aynı yaşam koşulları altında ve aynı deneyimleri geçirerek yaşamalarını gerektirir. Tüm bu durumlar, ruhların varlıklarının yeryüzüne inmelerindeki gelişim ihtiyaçlarına ve amaçlarına göre ayarlanmıştır.
Esasen “bedensiz” varlıklardan alınan bilgiler de, bir aile üyeleri topluluğunun çoğunlukla toplu halde ve aynı toplum içinde tekrar doğuşlar yaptığını göstermektedir. Bununla birlikte, bir kez daha yineliyoruz ki; bu maddesel araçlar spatyumdaki varlık topluluklarını oluşturan sevgi ve yakınlık bağlarını güçlendirmek içindir. Bu durumu unutup, maddesel araçları amaç edinerek onları ebedileştirmeye kalkışanlar bu gafletlerini ancak gelişim ilerleyişlerini yavaşlatmak ve zorlaştırmak pahasına öderler. Neden?
Eğer bir aile bireyleri üyesi bulundukları topluluğu amaç edinirlerse, o topluluğun selameti ve özellikle de sürdürülebilmesi yolunda başka kimseler aleyhinde de, her aracı kullanmak hakkını kendilerinde görmeye başlarlar. Bu durum, giderek bir tür maddesel aile egoizması doğurur. Daha önce bireysel egoizmanın yolunu şaşırıp maddesel değerleri amaç edindiği zaman, o kimsenin gelişimini nasıl geciktirdiğinden söz etmiştik.
Aynı nedenlerden dolayı, ortaya çıkan aileyle ilgili egoizma da doğal olarak aynı sonuçları beraberinde getirecektir. Hatta iyi düşünüldüğünde, buradaki tehlikenin öncekinden daha fazla olduğu da anlaşılır. Şimdiye dek belirttiğimiz gibi, aile oluşumlarının amacı varlıkların arasında ortaya çıkması hedeflenen sevgi bağlarının güçlendirmek ve bireylere, birbirine karşı, feragat, fedakârlık duygularıyla hareket etmelerini öğretmektir.
Eğer bu amaç, yalnız maddesel çıkarlara yönelik olursa ve manevi değerler feda edilirse, başkalarına karşı bu amaç uğrunda doğal olarak bir takım geçimsizliklerden kaynaklanan husumetler kendini göstermeye başlayacaktır. Bu durum, o ailenin öteki ailelerden ve şahıslardan uzaklaşmasına neden olur. Böyle olunca, dünyaya inmekteki amaç yitirilmiş gelişimin düz yolları tıkanmış olur.
Çünkü yitirilen amacı yeniden bulmak için ıstıraplı deneyimler ve hatta ıstıraplı yaşamlar kaçınılmaz olur. İşte bu yeni deneyimleri hazırlayan yaşam koşullarından biri de; varlığın önceki ailesi çevresinden geçici olarak ayrılıp, öteki kimselerle kaynaşması, yabancı topluluklarla başka aileler içinde doğmak zorunda kalmasıdır.
Görüyoruz ki, ruh varlıklarının gelişim ihtiyaçlarına göre bir aileden ya da başka ailelerden dünyaya gelmeleri sadece bir olasılık değil, aynı zamanda çoğunlukla da bir zorunluluktur.
Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER