12308814_994225977304218_5671843464572500832_n-horz

BİOSENTRİZM

 

Robert Lanza, M.D.
(11 Aralık 2009 – Huffington Post’tan alıntı)

Robert Lanza

Robert Lanza

Beş yüz yıl önce insanlar dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı. Karşıt kanıtlar saçma olarak değerlendiriliyordu: Bazılarına göre “eğer dünya gerçekten topraktan bir top ise, dünyanın altındaki insanlar düşerlerdi.” Ve Galileo’dan önce güneşin etrafında saat 67 bin mille döndüğümüzü düşünmek kulağa aptalca geliyordu. Bu hızın kafamızdaki saçları uçurması gerekirdi, değil mi? Ancak bir kez daha bilimin bulmacaları insanları dünyayı düşüncenin ötesinde tekrar değerlendirmeye zorluyor. Biosentrizm, hayatın fiziğin basit bir tesadüfü değil de, evrenin var olmasının bir zaruriyeti olduğunu açıklar.

Bir dizi bilimsel deney evrenin bize okullarda öğretildiği gibi sıkıcı bir bilardo oyunu olmadığını göstermiştir. Genellersek dünyaya bakışımız bir sincapla aynıdır. Sincap gözlerini açar ve palamut ağacı mucizevi bir şekilde karşısındadır – onu yakalar ve daha fazla düşünmeden telaşla yukarı doğru tırmanır.

Biz insanlar daha farklı değiliz: sabah uyanırız ve dünya mucizevi bir şekilde oradadır. Atomların ‘orada’ biz onlara baksak da bakmasak da etrafa çarpıp durduklarını düşünürüz.

Ancak deneyler sürekli aksini göstermiştir: Parçacıklar gözlenmezse gerçek niteliklere sahip değildirler. Ünlü çift-yarık deneyini düşünün.

(Tıklayın -Ç.S.) http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87ift_yar%C4%B1k_(Young)_deneyi

Bilim insanları bir parçacığı bariyerdeki çift yarıktan geçerken gözlediklerinde, parçacık bir mermi gibi davranır ve her iki yarıktan birinden geçer. Fakat eğer gözlemezseniz, dalga gibi davranır ve aynı anda her iki yarıktan geçebilir.

fdfdf

Garip, değil mi? Bunlar birçok kez tekrarlanmış deneyler olduğundan fizikçiler tarafından güvenilir kabul edilir. Aslında sonuçlar anlaşılması imkansız olarak değerlendirilmişlerdir. Nobel’li fizikçi Feynman bir keresinde “Sanıyorum kimsenin kuantum mekaniğini anlamadığını söyleyebiliriz. Mümkünse kendinize şu soruyu sormaktan kaçının ‘Bu nasıl olabilir?’, çünkü kimsenin kaçamadığı karanlık bir çıkmaz sokakta son bulursunuz.” Fakat biosentrizm ilk defa bu sorulara mantıklı bir açıklama getiriyor.

‘Dışarıda’ gördüğünüz her şeyin renk ve parlaklığını düşünün. Kendi başına ışığın renk veya parlaklığı yoktur. Tartışılmaz gerçek ise gördüğünüz hiç bir şey bilinciniz olmadan var olamaz. Havayı düşünün: Dışarı çıkar ve mavi gökyüzünü görürüz – ancak beynimizdeki hücreler kolaylıkla değiştirilebilir ve böylece onun yerine kırmızı veya yeşil ‘görürüz’.

Bize sıcak ve rutubetli gelebilir, fakat tropikal bir kurbağaya göre soğuk ve kurudur. Bu her iki durumda da sanıyorum konuyu anladınız. Bu mantık hemen hemen her şeye uygulanabilir.

Uzay ve zamanı düşünün. Nedirler? Elinizi havada sallayın. Her şeyi çıkardığınızda geriye ne kalır? Cevap hiç bir şeydir. O zaman neden uzay bir şeymiş gibi davranıyoruz? Aynı şey zaman içinde geçerlidir – onu süt gibi bir şişeye koyamazsınız. Uzay ve zaman nesne değildirler.

Her şeye, örneğin bu sayfadaki yazıya, bakın. Onu beyninizi saran kemiğin içinden göremezsiniz. Şu anda gördüğünüz ve tecrübe ettiğiniz her şey aklınızda organize olan bilgiden başka bir şey değildir. Hepsi kafamızın içinde techicolor olarak organize edilmiştir. Tabi bu renk körü değilseniz böyledir. Renk körüyseniz beyin nesneleri renksiz olarak değerlendirir.

Aslında biraz genetik mühendislikle muhtemelen her kırmızı şeyi titretebilir veya sesli hale getirebilir veya sizde seks yapma dürtüsünü uyaracak hale getirebilirsiniz. Uzay ve zaman sadece bilincin her şeyi bir araya getirmek için kullandığı araçlardır.

Evrenin yapısı muhtemelen biosentrizmin en iyi argümanıdır. Atomlardan yıldızlara kadar her özelliği bizler için biçilmiş kaftandır. Örneğin Big Bang milyonda bir bile daha güçlü bir patlama olsaydı, kozmos yıldızların ve dünyaların oluşmasına müsaade etmeyecek kadar hızlı bir şekilde dışarı doğru büyüyecekti.

Sonuç: biz olmazdık. İki yüzden fazla parametre bunların rastlantısal olduğunu düşünmenin saflık olacağını düşündürmektedir. Herhangi birisini hafifçe değiştirdiğinizde hiç var olmazdık.

Hiç birisi herhangi bir teoriyle önceden tahmin edilemezler – hepsi hayatın var olması için büyük bir dikkat ve kesinlikle seçilmiş görünmektedirler.

Yegane bilimsel açıklamaya (Anthropic Principle) göre bu şartların hepsini bulmamız gerekir, çünkü eğer yaşıyorsak, başka ne bulabiliriz ki?

Elbette bu açıklama sonsuz sayıda evrenler olmadıkça ve biz şanslı olanda bulunmadığımız sürece bir işe yaramayacaktır. Ancak, bu söz konusu diğer evrenlerle ilgili Paskalya tavşanından daha fazla kanıt yoktur. Yegane gerçek açıklama evrenin diğer şekilde değil de yaşam tarafından yaratıldığını ifade eden biosentrizmdir.
Biosentrizme göre uzay ve zaman katı ve soğuk fiziksel nesnelerden çok hayvan algısının formlarıdır.

Zamandan bahsederken, onu kaçınılmaz olarak değişiklik bazında değerlendiririz. Ancak değişiklik zamanla aynı şey değildir. Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesini’ düşünün. Dışarıda gerçekten etrafta uçuşan parçacıkların olduğu bir dünya olsaydı, hepsinin tüm özelliklerini ölçebilirdik. Ancak bu yapılamaz – örneğin bir parçacığın kesin yer ve momentumu aynı anda bilinemez.

Guguklu saatteki erkek ve kadın gibidirler – biri içeri girince diğeri çıkar. Bu belirsizlik evrenin hamurunda vardır, fakat kimsede bunun neden olduğu konusunda bir ipucu yoktur. Sadece evrenin biosentrik olduğunu kabul ettiğimizde akla mantıklı gelmektedir.

Bir okçuluk turnuvasının filmini düşünün. Bir okçu okunu atar ve kamera oku takip eder. Görüntü birden donar – siz havadaki okun görüntüsüne bakarsınız. Bu dondurma işlemi size okun yerini büyük bir kesinlikle tespit etmenize imkan tanır, fakat ok hiç bir yere gitmiyordur; hızı artık belirsizdir. Bu belirsizlik ilkesinde anlatılan bulanıklıktır: bir parametredeki kesinlik diğerinde bulanıklığa neden olur. Bütün bunlar biosentrik bakış açısından mantıklıdır.

Algıladığımız her şey kafamızda sürekli olarak şekillendirilir. Zaman kafamızdaki ‘film karelerin’ toplamıdır. Fakat değişiklik içinde gerçekten değişikliklerin olduğu zaman isimli görünmeyen aktif bir matriksin olduğu anlamına gelmez. Bu sadece bizim şeyleri anlamlandırma yolumuzdur.

Bu uzay içinde geçerlidir. Onu tutup laboratuvara getiremeyiz. Zaman gibi uzayda cisim veya nesne değildir. Bu, duyuları çok boyutlu nesnelere çeviren mental yazılımımızın bir parçasıdır.

http://http://okyanusum.com/belgesel/biyosentrik-even-teorisi/

Uzayı duvarları olmayan dev bir konteyner olarak düşünürüz. Ancak bu yanlıştır. Nesneler arası mesafeler yerçekimi ve hız gibi durumlara göre değişirler; ki herhangi iki şey arasında mutlak bir mesafe yoktur.

Uzay ve zamanı temel ve bağımsız şeyler olarak değerlendirerek dünyayı anlamak konusunda yanlış başlangıç noktası seçmiş oluruz. İşin aslı, yeni deneyler kuantum etkilerinin günlük hayatımızdaki tüm nesnelere uygulanabildiğini göstermektedir.

Biosentrizm kendimizi fark etmeden hapsettiğimiz kafesin kapısını açar. Her yeni paradigma genellikle önceki tarafından saçmalık olarak değerlendirilir. Fakat gözlemciyi denklemin içine katmak atomların küçük dünyasından yaşam ve ölüm hakkındaki görüşlerimize kadar her konudaki anlayışımıza yeni ufuklar açmaktadır. Bundan ötesi biosentrizm Einstein’dan beri bütün bilim insanlarının yapmaya çalıştığı gibi tüm bilimleri bir araya getirme konusunda daha ümit vericidir. Kafamızdaki evreni tanıyana kadar dünyayı gerçek anlamda tanımak mümkün olmaz.

Kaynak: okyanusum.com

 

Kuantum teorisi, şuurun öldükten sonra başka bir evrene geçtiğini kanıtlıyor;

6379e5acb20c95c10d356106e066a6f6ABD’de ismi “Biocentrism: Yaşam ve Şuur İnsanın Doğasını Anlamaya Nasıl Anahtar Olur?” isimli bir kitap basılmıştı ve interneti karıştırmıştı çünkü yaşamın beden öldüğünde sona ermediği ve sonsuza dek var olduğu bilgilerini içeriyordu. Bu eserin yazarı bilim adamı Robert Lanza bunun mümkün oluşuyla ilgili herhangi bir şüphe taşımıyor.

Zamanın ve Mekânın Ötesinde:

Lanza, yenileyici tıp alanında bir uzman ve İleri Hücre Teknolojisi Şirketi’nin bilim yönetmeni. Gövde hücreleriyle ilgili olan geniş araştırmasıyla tanınmadan önce de tehlikedeki hayvan türlerini klonlama konusundaki birkaç başarılı deneyiyle ünlüydü.

Ama çok uzun olmayan bir zaman önce, bilim adamı fizikle, kuantum mekaniği ve astrofizikle ilgilenmeye başladı. Bu patlama potansiyeli taşıyan karışım yeni “biyomerkezcilik (biocentrism)” teorisini doğurdu, profesör o zamandan beri bu konuda konferanslar da vermektedir.

Teori basitçe ölümün var olmadığını ima etmektedir. Ölüm, insanların zihninde oluşan bir illüzyon sadece. Ölüm var çünkü insanlar kendilerini bedenleriyle tanımlıyorlar. Bedenin er ya da geç öleceğine inanırken şuurlarının da kaybolacağını düşünüyorlar. Aslında, şuur zamanın ve mekânın sınırlarının dışında var olur.

Şuur, her yerde var olabilir; insan bedeninin içinde de dışında da varlığını sürdürür. Bu ise kuantum mekaniğinin temel önermeleriyle tam uyuşuyor, örneğin kuantum teorisindeki belirli bir parçacığın her yerde var olabileceği ve bir olayın birkaç, hatta bazen sayısız şekillerde meydana gelebileceği önermesi gibi.

Lanza, çoklu evrenlerin eşzamanlı olarak var olabileceğine inanıyor. Bu evrenler olası senaryoların meydana gelebilmesi için çoklu yöntemler kapsayabiliyor. Tek bir evrende, beden ölebilir ama bir diğerinde var olmaya ve bu evrene göçen şuuru emmeye devam eder.

Bu da şu anlama geliyor; ölen bir insan belli bir tünelde seyahat ederken birdenbire cehenneme veya cennete geçmiyor, zaten yaşamını sürdürmekte olduğuna benzer bir dünyaya geçiyor ama bu sefer canlı olarak. Ve bu sonsuza dek böyle devam ediyor.

Çoklu Dünyalar:

Lanza’nın bu umut aşılayan ama son derece tartışmalı teorisi, pek çok destekçiye sahip, Bunların arasında sadece sonsuza dek yaşamak isteyen ölümlüler değil, aynı zamanda bazı tanınmış bilim adamları da var. Bu bilim adamları paralel evrenlerin varlığını kabul etmeye eğilimi olan fizikçiler ve astrofizikçilerle çoklu evrenler olasılığını önerenlerden oluşuyor. Çoklu evren, onların savunduğu bir bilimsel kavramın adı. Bu bilimadamlarına göre, paralel dünyaların varlığını engelleyen hiçbir fizik kanun yok.

by George Charles Beresford, black and white glossy print, 1920

Paralel Evrenler kavramından ilk olarak bilimkurgu yazarı H.G. Wells, 1895’te “Kapıdaki Duvar (The Door in the Wall)” isimli hikâyesinde bahsetti. Ondan 62 yıl sonra, bu önermesi Hugh Everett Princeton Üniversitesi’ndeki lisans tezinde geliştirildi.

Önerme temel olarak, herhangi bir anda evrenin sayısız benzer anlara bölündüğünü varsayıyordu. Bir sonraki ansa bu yeni doğan evrenler benzer bir tarzda bölünüyordu. Bu dünyaların bazılarında sizler de mevcut olabilirsiniz, örneğin bir evrende makale okurken, televizyon seyrederken vs. bulunabilirsiniz.

Bu çoklu dünyalar için tetikleyici faktör eylemlerimizdir diye açıklıyor Everett. Eğer bazı seçimler yapıyorsak o an tek bir evren sonuçların farklı versiyonlarıyla ikiye bölünüyor.

1980lerde, Lebedev Fizik Enstitüsü’nde bilim adamı olan Andrei Linde, çoklu evrenler teorisini geliştirdi. Kendisi şu anda Stanford Üniversitesi’nde profesör.

Linde’nin açıklaması şöyleydi: Uzay pek çok şişen küreyi barındırıyor ve bunlar da benzer kürelerin artmasını sağlıyor ve onlar da daha çok sayıda küreyi üretiyor, bu sonsuzca devam ediyor. Ama onlar aynı fizik evrenin farklı bölümlerini temsil ediyor.

k-bigpic

Evrenimizin yalnız olmadığı gerçeği, Planck uzay teleskopundan alınan veriyle de destekleniyor. Bu bilgiyi kullanarak, bilim adamları mikrodalganın arka planının en doğru haritasını ürettiler, buna kozmik kalıntı, arka plan radyasyonu deniyor ve evrenimizin başlangıcından beri mevcut bulunuyor.

Ayrıca evrenin deliklerle ve uzun geçitlerle temsil edilen çok sayıda karanlık kovuğu da barındırdığını buldular. Kuzey Carolina Üniversitesinden Teorik fizikçi Laura Mersini Houghton meslektaşlarıyla şunu tartışıyor: Arka plandaki mikrodalganın anomalileri, evrenimizin hemen yakındaki diğer evrenlerin yarattığı etkilerden kaynaklanıyor. Ayrıca delikler ve geçitler komşu evrenlerin bizim üzerimize olan saldırılarının doğrudan bir sonucudur. Dolayısıyla yeni biyomerkezciliğe göre ölümden sonra ruhumuzun geçebileceği çok sayıda yer vardır. Peki, ruh var mıdır?

Kuanta Ruhu:

Arizona Üniversitesinden Stuart Hameroff’un ebedi ruhun varlığı hakkında şüphesi yok. Bilim adamı, geçtiğimiz yıl kadar yakın bir zamanda şuurun ölümden sonra kaybolmadığının kanıtlarını bulduğunu açıkladı.

Hameroff’a göre, insan beyni mükemmel bir kuantum bilgisayarı ve ruh ya da şuur da kuantum seviyesinde saklanan bir bilgi. Bedenin ölümünden sonra ruh, başka bir yere geçebiliyor, şuurun temsil ettiği kuantum bilgi evrenimizle birlikte birleşerek orada varlığını sürdürebiliyor. Biyomerkezcilik uzmanı Lanza ruhun başka bir evrene göçtüğünü kanıtlıyor. Onun diğer meslektaşlarından temel farkı bu.

Sir Roger Penrose, ünlü bir İngiliz fizikçi ve Oxford’dan bir matematik uzmanı. Penrose da Hameroff’un teorisini destekliyor ve bunun yanında diğer evrenlerle bağlantıların izlerini de buldu. Bilim adamları birlikte şuur fenomenini açıklayabilmek için kuantum teorisini geliştiriyorlar. Onlar şuurun taşıyıcılarını, yaşam sırasında bilgi biriktiren elementlerini bulduklarına inanıyorlar ve bedenin ölümünden sonra başka bir yerden şuur çektiğini düşünüyorlar.

tumblr_inline_n1bclwV9s61rhlkrf

Bu elementler protein bazlı *mikrotübüllerde (nöron mikrotübüllerinde) yerleşmiş bulunuyor ki bu söz konusu mikrotübüllere daha önce sadece canlı hücre içindeki bir destekleme ve aktarma kanalı olarak bakılıyordu. Yapılarından ötürü, mikrotübüller en iyi beyinde kuantum özelliklerinin taşıyıcıları olarak fonksiyon görmek üzere oluşturulmuşlardır. Bunun da temel sebebi, kuantum hallerini uzun süre tutma potansiyelini taşımaları ve bu da bir kuantum bilgisayarının elementleri olarak fonksiyon görebilecek olmalarıdır.

*Mikrotübül: Hücre içinde materyallerin taşınmasını sağlayan küçük tüp şeklinde yapı (microtubule)

(Bununla ilgili video.  Materyali taşıyan motor protein mikrotübülün üstünde ilerliyor. Ç.S.)

RUH VAR MIDIR? KANITLAR EVET DİYOR! – Psychology Today

Genel olarak bilim, ruhu insan inancına ait bir unsur olarak reddetmiştir; ya da onu gözlenebilir dünyayı kavrayışımızı biçimlendiren bir psikolojik kavrama indirgemiştir. Ama şuura ilişkin yeni anlayışlar bu iddiaya meydan okumaktadır. Teoriye göre, şuur beyin hücrelerinin (nöronların) içinde bulunan ve kuantum işleminin gerçekleştiği yerler olan mikrotüpçüklerde bulunuyor.

Arizona Üniversitesi’nden Dr. Hameroff’a ve İngiliz fizikçi Sir Roger Penrosen’a göre kalp atmayı durdurduğunda, kan akmayı durdurduğunda ve mikrotüpçükler kuantum hallerini kaybettiklerinde bile mikrotüpçüklerdeki kuantum bilgisi zarar görmüyor. Öyleyse bu ölüme yakın deneyimleri ya da ebedi olan şuur düşüncesini açıklayabilir mi?

“Mikrotüpçüklerdeki kuantum bilgisi kaybolmuyor, kaybedilemiyor, o sadece evrene bütünüyle yayılıyor ya da dağılıyor. Kuantum bilgisinin beden dışında var olması mümkün ve bunun muhtemelen ruh şeklinde olması olasıdır” deniyor. Bilimadamları, şuurlanma deneyimimizin bu mikrotüpçükleri de etkileyen kuantum çekim etkisinin sonucu olup olmadığını tartıştılar, bu onların planlanmış objektif redüksiyon olarak isimlendirdikleri bir teoriydi.

Böylelikle ruhlarımızın beyindeki nöronların karşılıklı etkileşiminden başka bir şey olmadığı fikri kabul edildi. Ruhlar evrenin kumaşından oluşturulmuşlardı ve zamanın başlangıcından beri vardılar. Dolayısıyla evet, şuurunuzun maddi olmayan bir yanı var ve bu fizik bedeninizin ölümünden sonra da yaşamaya devam edecek.

Örtülü ve Örtüsüz Düzende Karşılıklı İlişki:

Örtülü ve Örtüsüz Düzen adı verilen iki gerçekliğe Bohm Karşılıklı İlişki adını veriyor. Bu iki gerçekliğin her biri diğerini devam eden tezahürler boyunca bilgilendiriyor ve etkiliyor. Kuantum seviyesinde, atom altı parçacıklar örneğin elektronlar varoluşun içinde veya dışında çok yüksek bir hızda titreşirler, ardından tezahür düzleminde, somut dünyada ortaya çıkar ve soyut-örtülü dünyaya geri dönerler.

Bunu yaptıklarında, parçacığın somut dünyada tezahür halindeyken kazandığı bilgi de diğer tarafa soyut dünyaya, örtülü düzene taşınır ve onun işleyişindeki arka plan bilgisinin tamamını etkiler. Bu da daha sonra parçacığın tezahür dünyasında yeniden oluşurken enerjisini ve bilgisini etkiler ve onun işleyişini etkiler ve değiştirir. Bu böyle devam eder gider.

Kaynak: Astroset

Resim Düzenleme: Çiğdem Sarıgül

Ana Görsel: Sam Brown – Art & Design

 

 

Hakkında Çiğdem Sarıgül

1969 yılında Almanya' da doğdum. 1996 senesinden beri Antalya' da özel bir hava yolu şirketinde çalışıyorum. Kendimi bildim bileli bu evrendeki gerçek rolümüzü, gerçekten nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi araştırmaya çalışıyorum. : )

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.

x

Check Also

From_Earth_2

BİLİNÇ

  Bilinç ve beyindeki yaratıcılıktan bahsedelim. Eğer golf topu büyüklüğünde bir bilince sahipseniz, bir ...