Heil Atlantis!
Naziler, süper ırkların köklerini aramak için Grönland Adası’ndan Etyopya’ya kadar arkeolojik araştırma ekipleri gönderdiler. Bu konuda en son vardıkları nokta, kayıp Atlantis’i bulup ortaya çıkarmaktı…
Müttefikler 1945 yılında Heinrich Himmler’in özel kütüphanesini ele geçirdiklerinde, gizli bir kitap koleksiyonu ile karşılaştılar. Bunların arasında Ernst Höbiger’in The World Ice History (Dünya Buzul Tarihi) adlı kitabın bir kopyası da bulunuyordu.
Kitapta yazar, uzaydan gelen süper ırkın eski Atlantis adasına yerleştiğini iddia ediyordu. Höbiger’e göre, bu süper ırk burada çok ileri bir uygarlık kurdu. Bu uygarlık buzul tabakalarının ilerlemesiyle yer değiştirdi ve dünyanın çeşitli yerlerine dağıldı. Yunanlılar’a ve Mısırlılar’a uygarlığı öğreten de onlardı.
Himmler bütün bunlara inanmakla kalmadı, Atlantisliler’in torunlarının en mükemmel bireylerinin Almanya’da yaşadıklarına da kesin gözüyle bakmaya başladı. Diğerleri ise dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlardı.
Onun görüşüne göre, bunlar süper insanlar olan Ariler’di. Nazi devletinin içinde en korkulan organizasyon olan SS’leri yaratırken, Himmler’in hayal dünyasını besleyen bu düşüncelerdi.
Himmler’in gurusu Hıristiyanlık öncesi zamanlara bir bağ oluşturuyordu. (Resim 1) – 1938 Yılında Naziler Münih’te yaptıkları “Ari atalarını” gösteren geçiş töreniyle Alman kültürünün 2000 yılını kutladılar. –
Himmler’in kütüphanesindeki diğer kitapların arasında Hörbiger’in kitabını bir kenara bırakmak kolay olabilir, ama bu teorilerin doğru olduğunu kanıtlamak için yaptıklarına bakınca hayli şaşırtıcı olduğu görülüyor. Öyle ki, bu muhtemelen dağılmış ana ırkın ve Atlantis’in ırksal ve arkeolojik kalıntılarını bulmak üzere İzlanda, Grönland, Orta Amerika, hatta Tibet’e kadar keşif heyetleri gönderildi.
Himmler’in bu konulardaki gurusu, Herbert Willigut adındaki bir Avusturyalı’ydı. 80’lerin sonlarında Himmler’in eski yardımcısı Karl Wolff onun hakkında, “Avusturya ordusunda albaydı. Bizden (SS) Weisthor takma adını aldı… Thor büyük Alman tanrısıydı. Weis ise, akıllı insanların ailesinden geldiği anlamına geliyordu.
Ve o eski Hıristiyanlık öncesi inançları tekrardan canlandırmaktan sorumluydu. Yaşamının misyonunu, bilgi ve tecrübelerini, bin yıllık Almanya hükümetinin gelecekteki koruyucusu ve seçilmiş kişileri olacak SS’e geçmek olarak gördü.” diyordu.
Willgut ya da Weisthor’a 1933 ve 1939 yılları arasında SS içindeki tarih öncesi araştırmada resmi bir görev verildi. Böyle bir pozisyonun nedeni Willigut’un, tarihöncesi zamanlara dayanan Alman filozoflarının soyundan gelenlerin sonuncusu olduğunu iddia etmesiydi.
Ayrıca, binlerce yıl önce soyunun yaşadıklarını ve tarihini hatırlamasına yarayan üstün bir hafızaya sahip olduğunu öne sürüyordu. SS’in Wolff gibi en tepedeki üyeleri için Willigut, Alman ayinleri bile düzenliyordu. Wolff’un oğlu Willigut’un SS için bulduğu eski bir Alman ritüeli ile Willigut tarafından vaftiz edilmişti.
(Resim 2) – Wolff, onun için şöyle diyor: “Pozisyonu nedeniyle her türlü entrika ve kıskançlığa karşı Himmler’in koruduğu ve savunduğu ilginç bir insandı. Weisthor bizimle gelir, bana ve Himmler’e Almanlar’ın önceden bilinmeyen kutsal yerlerini gösterir; bunları, sembollerle ve eski Germen alfabesi ile birlikte açıklardı.”
Kıdemli Naziler arasındaki statüsü buydu. Willigut’a, SS’in kıdemli ve evli üyelerinin taktığı gümüş “Toten Kopf” yüzüğünün yapım işi verilmişti. Yüzüğün dış kısmında 4 adet özel anlamı olan sembolik Germen harfi, ortada ise ünlü kuru kafa vardı. Karl Wolff şöyle diyor: “Gücü devralmadan bir yıl önce, 1932 yılında en kıdemli ve güvendiği SS subayları olan bize, SS’in dışında, sadece bir koruma ekibi değil, aynı zamanda bir şövalye örgütü yaratmak istediğini söylemişti,”
Sadece bir şey eksikti. Bu yeni aristokrasinin bir kalesi olmak zorundaydı. Bu nedenle Wolff, Willigut ve Himmler, Almanya’da Naziler’in başa geçtiği yıl olan 1933 yılında bir kale bulmak için yola çıktılar. Willigut’un olduğu varsayılan eski bilgileri sayesinde, aynı yıl Himmler Wewelsburg Ortaçağ kalesini buldu.
Willigut’a göre, buraya doğaüstü ve uğurlu gücünü veren belirgin üçgen şekliydi. Bu kale ayrıca, Almanya’nın kalbinde, Externsteine’den (Orta Almanya’da Stonehenge’in eşi sayılan yer) çok uzak olmayan bir yerdeydi.
Himmler’in SS asaleti ile ilgili fantazilerinin kökleri Naziler’in “kan ve toprak’’ idealine dayanıyordu. Buna göre Almanlar, ayaklarının altındaki toprağa tarih ve ırk yoluyla bağlıydılar. Yeni bir soylu Alman ırkı yaratmak için, Himmler’in onlara bir de tarih yaratması gerekiyordu.
(Resim 3) – “Kan ve Toprak Şövalyeleri”. Himmler SS’i seçkin bir şövalye örgütü olarak gördü ve Wewelsberg Kalesi’ni 1933 yılında bu oluşumun kalesi yaptı. Yeni bir Alman asaleti yaratmak isteyen Himmler, onlar için bir tarih yaratmak zorundaydı.
Himmler’in arkeolojiye müthiş bir hayranlığı vardı. Genelde kameralara karşı utangaç olmasına rağmen, Almanya’nın çeşitli yerlerinde yapılan arkeolojik kazılarda çekilmiş sayısız fotoğraf, hatta filmlerine rastlamak mümkün. 1935 yılında bu takıntı, Ahnenerbe’nin (geçmişe ait miras) yaratılmasıyla kendini gösterdi. 1930’ların sonlarında, Ahnenerbe dünya üzerindeki Alman arkeolojik seferlerine fon yaratılması için tek kaynaktı.
1934 yılında Gabriel Winkler, Berlin’de Willigut’un asistanı olarak çalıştığı sıralarda, sıra dışı bir kitapla karşılaştı. 28 yaşındaki Otto Rahn tarafından yazılmış olan bu kitap, The Crusade Against the Grail (Son Yemek’te Hazreti İsa’nın kullandığı farz olunan kâseye karşı düzenlenen sefer) adını taşıyordu.
Oldukça kalın olan bu kitap, Ortaçağ’da eski Alman inanışlarına sahip Alman şövalyelerinden söz ediyordu. Bunlar aynı zamanda Güney Fransa’da, Pireneler’deki şatolarında bulunan Kutsal Kâse ’nin de koruyucularıydı.
Kitabı nedeniyle Rahn, Berlin’e çağırıldı ve Himmler’in en içteki grubunun bir parçası oldu. SS’in içindeyken Rahn, Kutsal Kâse ile ilgili araştırmalarına devam etti. Ancak onu bulup Almanya’ya getirmesi için yolculuğa çıkmadı.
Bununla birlikte, Otto Rahn başka gezilere gitti; en önemlilerinden biri de Kuzey Kutbu’na yaptığı yolculuktu. Edmund Kiss (üzerine on emrin yazılı olduğu taş tabletlerin korunduğu sandığı aramak için daha önce Etyopya’ya gitmişti) ile birlikte buz kütlelerinin hareketlerine ve arkeolojik kanıtlara bakmak için İzlanda ve Grönland Adası’na gittiler. Atlantis ve ilk Ariler’i bulmak için çabaladılar, ancak hiçbir şey bulamadılar.
Himmler’e 1938 yılında Ernst Schafer adında genç bir adamın Tibet’e keşfe gideceği bildirildiğinde, hemen onunla temasa geçti. Himmler, ona yardım etmek için İngiliz Dışişleri Bakanı ile görüştü ve Tibet’e geçmeleri için izin sağlandı. Himmler’in başkana yazdığı teşekkür mektubu, Kew’deki kayıt ofisinde hala duruyor.
Tibet’e Nazi çıkartması ve aldatılan bilim…
(Resim 4) – Nepal’de eski bir Hindu tapınağındaki gamalı haç işareti. Gamalı haç işaretinin kolları saat yönünde ya da saat yönünün tersinde olabiliyor. Bu işarete pek çok eski Hindu, Budist ve Orta Amerika tapınaklarında rastlanıyor.-
(Resim 5) – Ernst Schafer (ortada) Tibet’e bir SS gezisi düzenledi. Himmler, ona Buzul Çağı’nın dağılmış Ariler’ini bulmasını emretmişti. Savaş sonrası, Schafer, Ari araştırmalarındaki rolünü inkâr etti ve antropolog Bruno Beger’in (soldan ikinci) bu konuyu araştırması için götürüldüğünü söyledi.-
(Resim 6, 7, 8) – Savaşın sonunda Amerikalılar’ın yürüttüğü sorgulamada, Schafer, Himmler’in kendisinden Buzul Çağı’nın muhtemelen dağılmış Ariler’inin kalıntılarını araştırmaya gitmesini istediğini belirtti. Ancak Schafer daha çok vahşi yaşamla ilgileniyordu. Yanına Tibetliler’in ırksal fizyolojilerini araştırmak için bir antropolog olan Bruno Beger adında bir genci de almıştı.
Bütün ekip SS üyelerinden oluşuyordu. Onların bu şaşırtıcı gezisi sırasında çekilen filmde, arkasındaki kazıktan gamalı haç sarkarken dağlara tırmanan bir katırın gösterildiği bölüm gibi değişik sahneler de vardı. Bundan sonraki bir sahne, Beger’i kıkır kıkır gülen ve dokunduğunda kıpır kıpır kıpırdanan Tibetli bir kızı ölçerken gösteriyordu.
Ekibin diğer elemanları ise bu manzara karşısında kendilerini gülmekten alamıyorlardı. Sonra Beger, bir bitkinin sütlü özsuyunu çıkararak oradaki adamlardan birinin yüzüne sürüyordu. Adamın yüzünün korkunç bir maske görünümü alması üzerine çocuklardan biri çığlık atmaya başlıyordu. Bu yüzlerin sonradan çoğaltılan kopyaları, şu anda Beger’in Frankfurt yakınlarındaki evinin vitrininde bulunuyor.
1939 yılında Schafer bu gezisinden Almanya’ya döndüğünde, Nazi siyasetinde işler ciddiye binmeye başlıyordu ve bunun yansımaları, Ahnenerbe içinde görülüyordu. Willigut, içkiye düşkünlüğü ve giderek çılgınlaşan fikirleri ile utanç kaynağı olmaya başlamıştı. Gabriel Winkler’in çocuklarının annesi olmasını bile istemişti. Willigut’un sonu 1939 yılında, Karl Wolff Avusturya’ya karısını ziyarete gittiğinde geldi.
O belki de, giderek garipleşen davranışlarına bir ışık tutabilirdi. Gerçekten de öyle olabilirdi. 1924 yılında kendisine şizofreni teşhisi konduğu ve Himmler’le tanışmadan birkaç yıl önce 1927 yılında akıl hastanesinden yeni çıktığı anlaşıldı.
Sonunda, Himmler’in onu emekliye ayırmaktan başka çaresi kalmadı. Gittiği yerde birkaç yıl sonra ölene kadar iyi bakıldı. Otto Rahn’ın sonu daha da kötü oldu. Himmler’e Rahn’ın homoseksüel ilişkileri olduğu söylendi. Homoseksüellik, Nazi Almanyası’nda toplama kampına sadece gidiş bileti ile cezalandırılan bir suçtu.
Himmler, ona bu gerçeği, Dachau’da çalışmaya yollayarak hatırlattı. Daha sonra da Rahn’ın Himmler’e adını temize çıkarmasını yazmasına rağmen, Himmler “seni artık koruyamam” cevabını verdi. SS tarafından onurlu sayılan bir davranışla, Rahn 1939 kışında karlı bir dağ eteğinde intihar etti.
Savaş çıktığı zaman, Ahnenerbe çok farklı bir organizasyon haline geldi, Garip huyları ve sabit fikirleri olanlar azaldı: görevi ciddi arkeologlar devraldı. İşin garip yanı, araştırmacılar politik baskıdan uzak, en rahat SS içinde işlerine devam edebiliyorlardı. Bu, arkeolojinin politik anlamda kullanılmadığı anlamına gelmiyor.
Polonya ve Rusya’da bulunan tarih öncesi çanak çömleklerin Alman kökenli olduğunun söylenmesi bir rastlantı değil. Üstlerinde gamalı haç bulunan eski kapların arkeolojik kazılarını gösteren filmler yayınlandı. Bu, Almanlar’ın doğudaki eski yurtlarına dönmelerinin, onların kaderi ve hakları olduğu yönündeki argümanlarına kaynaklık etti.
Savaşın sonunda Ahnenerbe arkeologlarının çoğu, en üst düzeydekiler bile, kariyerlerine devam ettiler ve Almanya çapında önemli profesörler oldular.
1920’lerde Himmler’in hayal dünyasına ilham veren fikirler şimdilerde yine moda oldu. Atlantis’ten söz eden her kitap anında listelerde yükseliyor ve bunların çoğu, bu mistik yerin, Mısırlılar’dan Mayalar’a kadar dünya üzerinde bölün eski uygarlıkların kaynağı olduğunu iddia ediyor.
Irksal unsur söz konusu olmasa da, dayanak noktası aynı; Mısırlılar ve Orta Amerikalılar kendi başlarına uygarlığı geliştirmiş olamazlar, başka yerlerden gelen süper insanlardan bir şekilde yardım almış olmalılar.
Kaynak: İnsan Evren