Spiritüalizm

MESNEVİ’ye FARKLI BAKIŞ – Yüksek Ben (“Dost”) Kavramı

Enkarne varlıklar olarak, İlahi İrade Yasaları çerçevesinde ve belli bir yaşam planına uygun olarak, daha doğrusu, geçmiş yaşamlarımızın bileşkesinin belirlediği belli bir yaşam planını uygulamak üzere dünya dediğimiz bu tekâmül ortamında bulunuyoruz. Bu durumda, aslı esası ruh olan bedenli varlıklarız. Başka türlü ifadesiyle, asıl kendimiz olan Yüksek Benimizin bir tezahür uzantısıyız.

Bu yapılanma içinde ruh-beden daha özel anlamda yüksek ben-bedensel ben ilişkisi kesilmediği sürece can halinde (canlı olarak) bulunuyoruz. Dolayısıyla, bedensel ben yani görünen/fizik yanımız, asıl kendimiz olan yüksek benimize bağlı ve bağımlıyız fıtrat olarak. Çünkü beden olarak yüksek benimizden, asıl kendimizden dolayı varız, belli bir ömür boyu.

Bu durumda, bedenin birinci derecede hamisi (görüp, gözeticisi, rehberi) yüksek ben dediğimiz meta-biyolojik yanımızdır. Fizik beden olarak yüksek benimiz olan asıl kendimiz adına ve onun alanının içinde bu fizik ortamda bulunuyoruz. Daha genel anlamda; ruh, bedenin içinde değil, beden ruhun içinde.

Yüksek Ben olarak, bedenimizin DNA’larına ve atomlarına kadar nüfuz etmiş durumdayız, onu yönetip, yönlendirerek, belli bir yaşam boyu, belli bir yaşam planını uygulamak için… Sadece beş duyu ile donatılmış olan beşeri beden her şeyi bildiğini zanneder ama çoğu zaman ona birçok şeyi yüksek beni; ilham eder, sezdirir, uykuda, uyanıkken herhangi bir dalgınlık içinde ya da bir hal içinde…

Bu haliyle ve esasen yapısal olarak da bedensel benin en yakın ve gerçek dostu onun yüksek benidir. Sadece Mevlana Celaleddin’in değil, Yunus Emre’nin de “Dost, dost…” diye dizeler dizdiği, asıl kendileri olan yüksek benleridir. Bu yüce varlıkların, asıl kendileri olan yüksek benleriyle bağlantıları en üst düzeyde olduğu için, onun hasreti ile “Dost, dost” diye yanıp tutuştuklarını her vesileyle dizelerine aktarmaktan kendilerini alamamışlardır.

Biz de bu yazı dizimizin bu ilk bölümünde M. Celaleddin’in dizelerinde ben ve yüksek ben kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Yukarıda değinip geçtiğimiz bedensel ben-yüksek ben bağlantısı ne kadar güçlü ise (başka türlü ifadesiyle “vicdan kanalı” ne kadar açık ise), sezgi, ilham şeklinde yüksek benden bilgi akışı o kadar bol ve sürekli olur. Çünkü varlık sanki bedenli haldeyken ruh olarak yaşamaktadır.

Bu bilgi akışı ezoterik ve inisiyatik gelenekte “sır” olarak adlandırıla gelmiştir. Bu tür “sır” nitelikli “derinliği olan bilgiler” avama olduğu gibi aktarılmaz. Yani her bilgi, herkesle, olduğu gibi paylaşılmaz. “Derinliği” olan “sır” nitelikli bilgilerin bir yüzeysel anlamı vardır, bir de içsel anlamı. Bu içsel anlam da kat kat derinleşir gider.

Örneğin, “âlemler için bir öğüt” (Zümer 23, Bakara ) olan Kur’an 7 kat derinlikte anlaşılır. “Sır” nitelikli bilgiyi ehil olmayan kişiye en derin anlamıyla vermek, hiçbir işe yaramayacağı gibi, tohumları “çalılıklara atmak” ya da “incileri domuzların önüne atmak” kadar yersiz ve abes olur. İnisiyatik adap ve realiteye saygının gereği olan bu durumu yüce Mevlana Celaleddin şöyle dile getirmiş:

“Dostun sırrını kapalı tutmak gerekir. Gerisini hikâyeden anlatmak uygun olur.”

Celaleddin’in “yüksek ben” (“dost”) kavramını dile getirdiği başka dizelerine geçmeden, yukarıdaki dizesinde gördüğümüz “dostun sırrı” ifadesini, “akılla anlaşılabilir âlemin bilgileri” olarak da anlayabiliriz, zaten de öyledir. Dünyasal ya da yüzeysel(pek derinliği olmayan) bilgilere “duyularla anlaşılır/algılanır”, hatta fizik ortamda kısaca “duyulur âlem” denir, fizik ötesine de “akledilir âlem”…

Esasen “duyulur âlem” “akledilir âlem” den dolayı vardır. Bunlara “görünen” ve “görünmeyen” âlemler demekte olası ve esasen “görünmeyen”, görünürün içinden geçerek tezahür eder. Felsefede Yeni Eflatunculuk’taki “ideler âlemi” de “akledilir” yani “görünmeyen” âleme karşılıktır.

Akledilir âlemin bilgileri çoğunluk için “sır” niteliklidir, yani “gayb” durumundadır ama M. Celaleddin gibi akıl-gönül sahibi bilge insanlar için bu bilgiler sır olmaktan çıkmıştır. Onlar bu bilgileri alırlar ve sembolik ifadelerle M. Celaleddin’in dediği gibi, “hikâyeleştirerek” halka aktarırlar. Bu tutum, biliyor olmanın gereğidir. Kime, neyi, nasıl vereceğini bilmek de ayrı bir inisiyatik adap ve incelik gerektirir.

Bu inceliğe ve adaba dikkat etmemek, “kaş yaparken göz çıkarmak” gibi istenmeyen bir duruma neden olabilir. Esasen “sır” nitelikli bilgiyi, akıl-gönül sahibi olmayan birey anlamaz; ne kadar gayret etsek de anlamaz… Ona, onun realite düzeyinden hitap etmek gerek; bu yapılamıyorsa sözü uzatmanın anlamı yoktur. Yüce M. Celaleddin bunu da şu şekilde şiirleştirmiş:

“Ben sözü uzatsam doğru değildir.  Çünkü dost ile dost olmayan ne anlar.”

Görüldüğü gibi “dost ile dost olmak” tır esas olan; yani yüksek ben ile “meta-biyolojik yanımız ile”  bağlantıyı/iletişimi güçlü ve sürekli olmak. Bedensel ben (“görünür” yanımız), “dost” tan ne kadar habersiz ve dolayısıyla ona yabancı ise aslından/özünden, öz kendisinden o kadar “kopuk” yaşıyor, yani sadece beden olarak yaşıyor demektir. Bu durum elbette ki, aslı esası ruh varlığı olan bir benlik için büyük talihsizliktir.

Bu durumda olanlar genellikle nefislerinin güdümünde ve zulmü altında beşeri zaaflar içinde yaşayan, gerçek özgürlükten ve mutluluktan yoksun kendini bilmezlerdir. Bu anlamda “kendinden habersizlik” de birçok sapmışlık türünün anasıdır. Günümüzde bunun örneklerini her düzeyde çokluk ve çeşitlilik halinde üzülerek görüyoruz. Mesnevi’deki ana kavramları irdelemeye çalışırken elbette ki “kendini bilmek” ve Kur’an’ın da temel kavramlarından olan “sapmışlık” konularına da gireceğiz.

Dünya Uyanıklığı:

Celaleddin’in “dost” dediği yüksek ben olan asıl kendimizle “kopukluk”, bir bakıma asıl yanımıza/ öz kendimize yönelik “körlük” tür. Bu anlamda körlük içinde olanlar tam anlamıyla “dünya insanı” yani tam anlamıyla beşer oldukları için “dünya uyanıklığı” içindedirler, çünkü “dünyasallaşmış”(dünya malı olmuş) durumdadırlar. Oysaki “dost ile dost” olarak yaşayanlar, bunların tam tersine “dünya uyanıklığı” na rağbet etmez.

“Dost ile dost” durumda olanlar “aklını işleten, bilgiden nasipli”(A’raf 32) kimselerdir. Bunlar için dünyasal/maddesel olan her şey (kendi bedenleri de dâhil), kullanılıp/değerlendirilip terk edilecek birer içsel gelişim aracından başka bir şey değildir.

Onlar bu araçları birer “nimet” olarak bilirler ve onlarla özdeşleşmeden onları değerlendirirler ve başkalarının da kullanımına sunarlar. “Rehberlerinden (yani yüksek benlerinden/dostlarından) bir hidayet üzere olan” (Mücadile 11) bu bilge kimselerin uyanıklığı dünyadan çok, dünya ötesi, metafizik ve metapsişik âlemedir. Bu durumun şiirleşmiş ifadesini yine Mesnevi’de görüyoruz:

“Akıllı kimseler dünya uyanıklığına rağbet etmez. Asıl uyanıklık öteki âlemdendir;

O galip gelirse, bu cihan alçalır.  Akıllılık güneştir, hırs ise buz.  Akıllılık sudur, gaflet ise kir.”

Burada “akıllılık” (Kur’an’daki “akılsızlık” ın tersi olarak), sahip olduğumuz aklı işletiyor, yani “işlevsel bir akla (“tahakkuk”- Yusuf 2, Zuhruf 3) sahibiz” anlamında bir sözcüktür. Elbette ki herkesin aklı vardır ama birey, aklını içsel gelişim yönünde kullanamıyorsa, yani aklı; nefsinin egemenliği altında ise, bu durum, Kutsal Kelam’a göre akılsızlık hatta “beyinsizlik” olmaktadır. Bu anlamda “akılsızlık”, bedensel yanımızın kısımlarından olan hareket merkezinin akılı ile hareket ediyor olmaktır.

Oysaki makbul olan, yüksek akıl merkezinin devrede olmasıdır. M. Celaleddin’in ifadesiyle “asıl uyanıklık”, olabildiğince yüksek akıl merkeziyle yaşıyor olmaktır.  Yine Mesnevi’deki ifadesiyle “Dostun sırrı” na açık olmanın dışa vurumu “dostun aklı” ile hareket ediyor/yaşıyor olmaktır. Akıllılığın böylesini M. Celaleddin “güneş” e benzetiyor. Bu anlamda gerçek akla sahip olan kimse, elbette ki bulunduğu zaman-mekân koşullarında çevresi için güneş gibi aydınlık kaynağıdır.

Birey bu anlamda “akılsız” durumda ise “gaflet”(ve dalalet) içinde olması hemen hemen kaçınılmazdır. Bu “akılsızın” herhangi bir konuda hırsa kapılıvermesi de sürpriz olmaz çünkü hareket ve duygu bedenlerinin etkisi altındadır. Hırs ve benzeri gibi olumsuz duygular, bu anlamda “akılsız” bireyin sanki kişilik özelliklerindendir.

Çünkü o, duygusallıklarından kaynaklanan, duygusal karmaşa içindedir. Bu kimse, tipik dünya beşeridir ve onun için esas olan M. Celaleddin’in ifadesiyle “dünya uyanıklığına rağbet”tir. “Akılsız” kişi, “dünyaya rağbet” ede ede, dünyaya rağbet etmemeyi ve asıl uyanıklığın; kendini tanıma çerçevesinde, “öteki âleme” yönelik olmakla olası olduğunu öğrenmek durumundadır.

Yüce M. Celaleddin bu “akılsız” beşere hitaben diyor ki:

“Senin cüz’i ve acayip bir aklın var,  Cihanda kâmil akıl sahibini ara!

Cüz’i aklın küll ile elbette ki küll olur.  Çünkü akl-ı küll; alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.”

Dünya beşeri olarak gerçekten “acayip” bir aklımız var. Birkaç güncel ve trajikomik örnek verelim: Dünya beşeri “akılsızlığından” kaynaklanan hırsını tatmin için, başkaları üstünde hegemonya kurmak istemiş, bunun en geçerli yolu olarak da “maddesel/makamsal üstünlük” ü görmüştür. Ne ilginç talihtir ki, anılan hegemonyaya karşı çıkanların zafer yolu da, madde üstünlüğü sağlamaya bağlandı.

Böylece beşeriyet bünyesinde, ekonominin tarihe ve ideye (imana) egemenliği; hem hırsına yenik düşenlerce, hem de onlara antitez olanlarca, savaş alanının tek gerçeği durumuna getirildi.

Celaleddin’in belirttiği gibi, öyle acayip bir beşeri akla sahibiz ki; başka türlü ifadesiyle, o kadar “akılsız”ız ki… Tebrizli Şems beşerin bu “akılsız” lığını şöyle betimlemeye çalışmış MAKAALAT adlı eserinde:

“Sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yoluyla konuşmaktan ve ikiyüzlülükten hoşlanır, doğru sözden sıkılır. Birine desem ki, ‘Sen çağrımızın tek büyük ve biricik onurlu insanısın’, kuşku yok ki bu laf onun hoşuna gider ve ellerimi yakalayarak, ‘Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur…’ gibi iltifatlarda bulunur. Oysaki geçen yıl onunla dosdoğru konuşmuştum, bana düşman oldu. Aslında bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ikiyüzlülük yönünden geçinmek ister. Ta ki onunla birlikte hoşluk içinde vakit geçirsin. Ama doğruluk yolunu tuttun mu; dağlara, kırlara kaçmak ister.”

Beşerin “akılsız” lığından kaynaklanan “acayip” durumunu yansıtan başka bir istatistikî gerçek: Dünya nüfusunun % 60’ı, hijyenik temizlik olanağından yoksun. Bu nüfusun temel gıda ve koruyucu sağlık harcamaları için yılda 13 milyar dolara ihtiyaç var. Durum böyle iken, AB ve ABD’de evlerde beslenen hayvanların yemleri için yılda 17 milyar dolar harcanmaktadır.

Yine AB ve ABD’de, kadınların parfüme harcadıkları para yoksul ülke kadınlarının doğum ve sağlık harcamaları için gerekli olan 12 milyar dolara eşdeğerdir. Durum böyle iken her yıl 8 Mart’ta “Dünya Kadınlar Günü” kutlamaları çerçevesinde hiç sıkılmadan hanımlarımıza yönelik övgü dolu ama içleri boş sözler söyleriz. İki paragraf yukarıda bir saptamasını aktardığımız Tebrizli Şems’in dediği gibi gerçekten ikiyüzlü akılsızlarız…

Selman Gerçeksever

Çiğdem Sarıgül

Çocukluğumdan beri bu evrendeki gerçek rolümüzü, gerçekten nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi araştırıyorum. : )

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu