YUNAN MİTOLOJİSİNDE CİNLER
Folklorik anlamda “cin” teriminin karşılığını, Eski Yunan mitolojisinde “daimon” olarak buluyoruz. İşler ve Günler adlı eserinin Soylar Efsanesi bölümünde (106-201), ölümsüz tanrıların peş peşe beş insan soyunu yarattığını söyler Hesiodos. Titanların en ulusu olan tanrı Kronos, ilk insan soyunu topraktan değil de altın madeninden yaratmış. Bu ilk soy, tanrılar gibi dertsiz belasız, büyük bir mutluluk içinde uzun bir dönem yaşamışlar.
Vakitleri tamam olunca da tatlı uykulara dalarak huzur içinde ölmüşler. İkinci soy ise altından daha az değerli olan gümüş madeninden yaratılmış. Fakat ilk soy gibi değilmiş bunlar. Ergin çağa geldiklerinde taşkınlıklar yapmaya başlamışlar. Bu sırada babası Kronos’u tahtından devirip yerine geçen Olympos’daki tanrı Zeus, gümüş soylu insanların kendisine gereken saygıyı göstermemesine çok öfkelenmiş ve hepsini yerin dibine gömmüş.
Zeus da babası gibi yeni bir soy yaratmak istemiş ve böylece üçüncü olarak tunçtan mamul insanlar çıkmış ortaya. Fakat Zeus bu arada baş tanrı oluşundan önce yaratılan soyları da unutmamış. Altın çağın uykuya dalarak göçüp gitmiş insanlarının iyi birer cin (daimon) olmasını dilemiş Zeus. Ama kendisine taşkınlık ettikleri için toprağa gömdüğü gümüş çağ soyundan olanları da yeraltı cinlerine dönüştürmüş.
Zeus’un yarattığı üçüncü soy ise, bir öncekinden de azılı çıkmış. Aralarında savaşarak kendi kendilerini yok etmişler. Ama Zeus bununla yetinmeyip dördüncü bir soy yaratmış. Yarı tanrı kahramanlar işte bu soydan meydana gelmişler. Dördüncü soyun devri tamamlandığında, tanrı Zeus, dünyanın sınırlarındaki adalarda ölümsüz bir hayat vermiş bu gözü pek kahramanlara. Ardından da beşinci soyu demirden yaratmış.
Hesiodos eserinde, kendisinin demir soyundan biri olmasından dert yanar ve şöyle der: “Keşke bu soydakilerden biri olmasaydım ben. Keşke daha önce ölseydim veya daha doğmasaydım! Çünkü bu beşinci soy demir soyudur. Onlar, tanrıların yolladığı türlü dertlerle gündüzleri didinir, ezilirler. Geceleri de kıvranır dururlar. Bulabildikleri tek şey ise, belalarla karışık bir nebze sevinçtir.”
Hesiodos’a göre, demir çağı insanlarının da sonu gelecektir. Fakat Zeus’un yaratacağı altıncı ak saçlı insanlar soyunun manzarası, karamsar yazarımıza göre hiç de iç açıcı değildir. Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu’nun dilimize büyük bir ustalıkla kazandırdığı “Hesiodos, Eseri ve Kaynakları” adlı değerli çalışmayı (TTK yayınları XX:5), erken dönem Yunan mitolojisindeki tanrıları ve cinleri merak edenlere tavsiye ederim. Konumuzun dışına taşmamak için, tarihçi Herodotos’dan muhtemelen dört asır önce yaşamış bu eski Anadolu ozanından, onun memleketlisi sayılan bir diğerine, Homeros’a geçiyoruz şimdi.
Hesiodos’tan bir iki asır öncesinde, Homeros tarafından yazıldığı kabul edilen İliada ve Odysseia adlı destanlarda ise cin tanımı biraz farklıdır. Bu eserlerde “daimon” terimi, herhangi bir doğaüstü gücü tanımlamak için kullanılmıştır. Tanrının kişiliğinden söz ederken “theos”, tanrının faaliyeti vurgulanırken de “daimon” teriminin seçilmesi ilginçtir.
Zeus’tan, Athena’dan bahsederken onları “theos” (tanrı) diye anan Homeros, insanlar üzerindeki tanrısal etkiyi ise başka türlü dile getirir: İliada 11:792 “tanrının (daimon) yardımıyla etkile onun yüreğini.” 17:98 “insan tanrı yazgısına (daimon) karşı çıkarsa, büyük bela gelir başına.” Odysseia 5:396 “kötülük dolu bir tanrının (daimon) hışmına uğramış.” 16:64 “bir tanrı (daimon) vermiş ona bu kaderi, sürünmüş durmuş.” 21:201 “keşke geri gelse o, getirse bir tanrı (daimon) onu.”
Ünlü Yunan filozofu Platon (Eflatun) da “daimon” terimini, “theos” olarak bilinen ulu tanrılar ile “heros” denilen yarı tanrı kahramanlar arasında tasavvur ettiği alt seviyedeki tanrılar için kullanmıştır (Rep. 3:392a). Diğer bir eserinde ise, insanın öldükten sonraki yaşamında, ruhuna öte âlemde yol gösteren varlıkları “daimon” olarak tanımlamaktadır (Phaedon 107).
Platon’un hocası Sokrates, vaktiyle Atina tanrılarını hiçe saymakla ve talebelerine başka kutsal varlıklardan söz ederek gençliği baştan çıkarmakla suçlanmış ve sonunda ölüme mahkûm olmuştu. Kendisini daima bir daimonun yönlendirdiğini ve ilham verdiğini söylemekten çekinmeyen Sokrates, ünlü savunmasında Platon’a göre şöyle der: Apol. 27d “Peki, daimonlara tanrı ya da tanrı oğulları gözüyle bakmıyor muyuz?”
Diğer yandan, M.Ö. 5 yüzyılda doğan Platon ile çağdaş sayılan Protagoras ise “görmediğim, hissetmediğim tanrılardan bana ne!” diyerek tam bir Tanrı tanımaz olmasına rağmen, kendi bulduğu “insan her şeyin ölçüsüdür” kuralınca, daimon’ları da insanla olan ilişkilerine dayanarak gerçekten var sayıyordu.
Platon’un tanımlamalarına bakılırsa, Sokrates’in daimonunu bugünkü anlamıyla bir cin olarak damgalamak mümkün değildir. Nitekim batı literatüründe önemli bir yeri olan Platon sayesinde, Ortadoğu’nun cin tasavvurundan farklı ve belirli bir sistematik içindeki anlamı ile çok boyutlu bir cin kavramı oluşmuştur Avrupa toplumlarında. Cinler hakkında veya diğer konularda ufkunu genişletmek isteyenlere, Platon’un (Eflatun) bütün eserlerinin M.E.B. Batı Klasikleri dizisinde ve ayrıca bir kısmının da Remzi Kitabevi’nce yayınlandığını hatırlatırım.
Eski Yunan’da cinler kapsamına alınacak en önemli doğaüstü grup Keres’tir. M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış vazo süslemelerinde, cüce yapılı ve kanatlı çirkin varlıklar olarak resmedilen bu yaratıklar, kötülüğün kaynağı olmaktan ziyade insanlara bela getirenler olarak tanımlanmaktadır. Mesela bunlardan Hepialos, geceleri insanların kâbus görmelerine sebep olan bir cindi.
Porphyry’ye göre, insan temiz olmayan gıdalar yerse, ağzını açtığında içine hemen bir Ker girer ve hastalanmasına yol açarmış. Üstelik bu cinler özellikle et gibi kanlı gıdalarda yuvalanırlarmış. O devirlerde mikropların başka türlü tanımlanmasına imkân olmadığını düşünürsek, bu açıklama hiç de mantıksız sayılmaz. Hesiodos bile Pandora Efsanesi’nde (Erg. 90) “Eskiden yeryüzündeki ölümlü insanlar dertsiz ve kaygısız yaşarlardı, Ker’lerin getirdiği hastalıklara bulaşmadan.” der.
İhtiyarlığın da bir tür doğaüstü gücün etkisiyle meydana geldiğini düşünüyordu Eski Yunanlılar. Louvre müzesindeki M.Ö. 5. yüzyıldan kalma kırmızı bir amforun üzerinde, Herakles’in, kamburu çıkmış bitkin ve yaşlı bir adamı balyozu ile öldürürken resmedilmiş. İhtiyar figürünün yanında ise “Keras” yazısı vardır ve bu figür, Homeros’un Odysseia ll:398’de sözünü ettiği “Ölüm Ker’i” ile aynı anlamı taşır.
Ancak, Eski Yunan’daki “Ker” kavramını kapsamlı bir animizm içinde değerlendirmek gerektiğini unutmamalıyız. Hastalığın, belanın, kâbusun, ölümün birer Ker olması, animist realite normlarına göre, henüz açıklanamamış doğa kanunlarının insanlar üzerinde nasıl çalıştığını göstermesi ve antropomorfist bir ifade ile hangi aracın bu işlemde rol aldığını tanımlaması açısından hiç de saçma sayılmaz. Fakat bu tür bir tanımlamanın, doğayı sadece belirli bir açıdan yorumlama ihtiyacından doğduğunu da unutmamak gerekir.
Bu kanatlı cinlerden bir kısmı dişi olup “Harpia” adıyla tanınırlardı. Şiddetli fırtına ile birlikte saldırdıklarında, Harpia’lar önlerine gelen her şeyi savurup mahveder, ölenlerin ruhlarını öte âleme taşırlardı. Aynı zamanda, doğumla birlikte gelen bebeğin ruhunu kapıp kaçıranlar da sivri pençeli, kanatlı dişi Harpia cinleriydi. Ruhun bir nefes gibi olduğu düşüncesi, ölen veya doğan bir insanın ruhunun da nefese benzer esinti ile taşınacağı inancına yol açmış ve sonunda bu taşıyıcı varlıkların fırtına veya rüzgârlarda bulundukları yorumunu yaratmıştı.
Yani, insanlar önce bu tür bir cinin faaliyetini görüp daha sonra açıklamasını yapmak yerine, nasıl olduğunu kavrayamadıkları bir doğa olayını önce kendilerine göre yorumlamış, daha sonra da bu yorumda yer alan doğaüstü güçleri kişileştirme yolunu seçmişlerdir.
Fakat 25 asır öncesine göre normal sayılan bu empirik olmayan akıl yürütme, günümüzün bilgi ve tecrübe birikiminde yaşayan bir insana göre hiç de mantıklı sayılmaz. Buna rağmen, halk arasında hala aynı ilkel düşünce kalıplarının bulunması, cinlerin gerçek olmasından çok ilkel seviyede düşünmekten öte bir faaliyette bulunamayan insanların ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Yüz ifadeleri ile meşhur cinler ise “Gorgon” sınıfına girerler. Bunların içinde en tanınmışı, Perseus’un kafasını kopardığı Medusa adındaki dişi cindir. İnsanın kanını donduran bakışları, dışarı sarkık dilleri ve buz gibi bir ifade ile sırıtan korkunç yüzleri ile Gorgon’lar canavar ruhlu yaratıklar olarak düşünülmüşlerdir. Gorgon eğer kalbi temiz olmayan bir insana görünürse, onu anında taşa çevirerek öldürürmüş.
Bu arada Siren türü cinleri de unutmamalıyız. Dilimizde “denizkızı” denilen sirenler, belden aşağısı balık gibi olan ve güzelliği ile denizcilerin aklını başından alan yaratıklardır. Odysseia destanında (12. bölüm), büyücü Kirke tarafından önceden uyarılan kahraman Odysseus, Sirenlerin bulunduğu adaya geldiğinde, denizcileri tatlı sesleriyle büyüleyip gemilerin kayalıklara çarpmasına sebep olan bu cinlerin şerrinden, arkadaşlarının kulaklarını balmumu ile tıkamak suretiyle kurtulabilmiştir.
Erinys türü cinler ise daha çok öldürülmüş insanların intikamını alan dişi yaratıklardır. Erinys’leri diline dolamayı pek seven Aeschylos, Agamemnon – Khoephoroi – Eumenides trilogiasında, ana katili Orestes’in bu öç alan cinlerden neler çektiğini uzun uzadıya anlatmıştır. Çok sonraları ise, Erinys’ler cehennem zebanileri olarak düşünülmüş ve Tartaros’da (ölüler ülkesinin dibi) kamçılar ve yılanlarla ruhlara eziyet eden Erinys’ler, Latin şairi Virgilius’un Aeneis destanındaki ürkütücü manzaranın başkahramanları olmuşlardır.
M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren Trakya’dan Yunanistan’a ve Güney İtalya’ya kadar uzanan bir alana yayılan Orpheus tarikatında da tanrılardan ziyade daimonların önemli bir yer aldığı görülür. Aslında, bu tarikatta mistik anlamda çok yönlü bir tektanrıcılık inancı hâkimdi. Olympos’un tanrıları ismen geçerli olsalar bile, bunlar doğrudan ilişki kurulması mümkün olmayan tek bir tanrıyı tanımlamaya yarıyorlardı. İşte bu tek tanrı, Orpheus kültünde karşımıza bir daimon olarak çıkmaktadır.
Bacchus ve Eros gibi, Orpheus inancının temel taşını oluşturan Dionysos da bir daimon’du. Bitki, hayvan veya insan biçiminde görünebilirdi. Zamanla Phanes adını alan Dionysos, böylece tamamen tanrısal gücün simgesi haline geldi. Eski Yunan’a dışardan giren bu mistik akımın özündeki dişilik faktörü ve tanrısal birleşmedeki rolünün etkisi, daha sonra Avrupa kavimlerinde Hıristiyanlık anlayışını farklı temellere dayandıran ana unsurlardan biri olmuştur.
Halk olarak Eski Yunanlılar daha çok yeraltı dünyasının varlıklarına yönelik bir ibadet biçimine önem vermişlerdir. Olympos tanrıları adına düzenlenen şenliklere rağmen, halkın kthonian (yeraltına ait) tanrıların (daimones) getireceği belalara karşı önlemler almak üzere, bu güçlere şirin gözükmek amacıyla, kendilerini sürekli ayinler yapmaya mecbur hissettikleri anlaşılmaktadır.
Hiç beklenmedik yerde ortaya çıktığı varsayılan bu cinlerin şerrinden korunmak için, her birine uygun tütsüler ve dualarla, belirli vakitlerde kurbanlar vermişler. Ancak, bu işlemin yeterli olmadığını gördüklerinde, tanrısal güce sahip olabilmek ve böylece yeraltı cinlerinin getirdiği belaları defedebilmek için, özel inisiyasyon ayinlerinin temelini atmışlardır.
Kaynak: Haluk Akcam