Ezoterik/Gizli Bilgiler

HERMETİK ÖĞRETİ’DE İNİSİYASYON

 

egypt09lBaşlangıçtan bu güne kadar yeryüzünde yaşamış inisiyeler içinde beşeriyeti belki de en fazla etkilemiş olanı Hermes’tir. Tarihsel belgelere göre, kadim dünyanın bu bilge kişisi Tanrı’nın vahyini yeryüzüne ilk taşıyandı. Matematik, mimari, tıp ve astronomiyle ilgili ilk bilgiler ona bahşedilmiş, ilk elbiseyi bile o dikmiş, ilk yazıyı o yazmıştı. MU inanışına ait kutsal metinlerden oluşan “Mısır’ın Ölüler Kitabı” nın ilk bozulmamış hali ve önemli metinleri de onun elinden çıkmıştı.

Kadim Mısır’da Hermes’e Thot denirdi. Sümerler onu Ningşzidda adıyla biliyorlardı. Kadim Yunanlılar ise ona “üç kere yüce” anlamında olmak üzere “Hermes Trismegistus” diyordu. Museviler’in ezoterik geleneği içinde Kabalacılar Hermes’i gizemli peygamber Enok ile eş tutmaktaydılar. Bilindiği gibi, Hermes; Kur’an’da İdris Peygamber olarak geçer.

Hermes’in öğretisi kadim Mısır uygarlığının temel kaynağı idi. Kadim Mısır’da IV. Amenofis tarafından Mısır’ın resmi dini olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan ilk tek tanrılı din Hermes tarafından Atlantis’ten Mısır’a taşınmış olan “MU Dini” idi. İslamiyet’ten önce yeryüzünde var olan üç tek tanrılı dinden biri olan ve Kur’an’da da tek tanrılı ve kitaplı dinlerden biri olarak geçen Sabiilik’ in kutsal kitabı, Hermes’ in oğluna verdiği öğütleri topladığı ünlü eseri “Malaakat-ul Hermes”ti. Ünlü İslam düşünürü El Kındi “Hiçbir filozof bu kitapta bir eksik bulamaz.” demiştir.

Kadim Mısır’ın Gizemli Öğretisi:

thothHermesçilik (Hermetism) kadim Mısır’ın en gizemli öğretisi olarak bilinir. Günümüz bilim dünyasının, nasıl olup da ortaya çıktığını bir türlü açıklayamadığı bu Antik Mısır uygarlığının M.Ö.1300’lü yıllarda varlığını sürdürdüğü öne sürülmüştür. Buna göre, kadim Mısır uygarlığı; hem MU, hem de Atlantis uygarlıklarının kuzey doğu Afrika toprakları üzerinde kurdukları iki ayrı koloninin tufandan sonra, zaman içerisinde birleşmelerinden ortaya çıkmıştır. Her iki kolonide de başlangıçta tek tanrılı inanç disiplini ve ezoterik öğreti geçerli iken, MU kolonisi bir süre sonra yozlaşarak çok tanrılı inanç disiplinine geçmiş, Thot tarafından kurulan Atlantis kolonisi ise, Osiris inanç sistemini uygulamayı sürdürmüştür.

Tüm bunlardan, kadim Mısır halkının MU ve Atlantis kökenli oldukları anlaşılmaktadır. “Kopt” olarak bilinen bu en eski yerli halk, günümüzde yoğunlukla olmamakla birlikte halen Mısır Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamaktadır. Hatta günümüzdeki Mısır’da bağımsız bir Kopt Patrikliği bile bulunmaktadır. Mısır demek olan “egypté”, “egipt”, “yekiptos” sözcükleri “kopt” sözcüğünün türevleridir. Türkçe’deki “kıpti” sözcüğü de “kopt” dan türemiştir. Ama biz genellikle bunu yanlış kullanır ve Romanlar’a kıpti deriz.

Bir başka varsayıma göre, Osiris’in müridlerinden  olan ve ondan 6ooo yıl sonra yaşayan Thot; günümüzden 16 bin yıl önce beraberinde bir güç ile Atlantis’ten gelerek, Nil Deltası’na çıkmış; burada bir koloni kurup, bu bölgenin yerel tanrısı olarak kabul edilmişti. Thot’un yaydığı Osiris öğretisi özellikle Yunanlılar’ın Hermopolis (Hermes’in kenti) diye adlandırdıkları, günümüzde ise, Achmunein(Aşmuneyn) diye anılan bir orta Mısır kentinde etkili olmuştur.

Sais’te bir tapınak inşa ettiren Thot için Mısır’ın ünlü “Ölüler Kitabı”nda “İlahi Kelamın Efendisi”  diye söz edilir. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmeyen Hermes (Thot), yaymış olduğu öğretinin orijinalliği ve yüksek enerjisi sayesinde çağlar boyunca sayısız kişiyi etkilemiş ve birçok inisiyatik kurumun bilgi temelini oluşturmuştur.

Hermes’te konuşmanın gücü ve sesin etkisi:

66a0c2a63f935d6ab5c335198c49942dHermes’in güçlü varlığı ve yaydığı tesir, bir bilgi külliyatını binlerce yıl beriye taşımıştır. Mısır hiyerogliflerindeki “ibis kuşu” onu temsilen çizilir. Ayrıca, Nil Deltası’na gelmeden önce, ora halkı tarafından kutsal sayılan maymun başlı bir varlık da daha sonraları Hermes’in simgesi olarak kullanılmıştır. Hermes’in etkisi, düşünsel çalışma gerektiren her alanda etkili olmuş ve kendisine birçok özellikler atfedilmiştir. Sadece Merkür Gezegeniyle değil, ay ile de özdeşleştirilen ve “Ay Tanrısı” olarak da anılan Hermes, “zamanı ölçen ve hesaplayan tanrı” olarak tarihe geçmiştir.

Yerinde ve etkili konuşmanın gücü ve sesin etkisi konusundaki derin bilgisi sayesinde, doğru tonlamalarla istediği her şeyi gerçekleştirdiği söylenir. Bu nedenle, Menfis teolojisinde Ptah’ın dili, “Evreni doğuran Tanrı eyleminin yayınımı” şeklinde ifade edilmiştir. Sesin ve sözün etkisi ve hatta ilahi niteliği, eskiden beri bilinen bir gerçektir. Kadim kozmolojik bilgilerde, “Daha hiçbir şey var olmamışken, söz vardı…” denir. Örneğin, Yuhanna İncili bu Hermetik kavramla başlar:

“Başlangıçta söz vardı ve söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu ve olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar ve karanlık onu alt edememişti.” İsa Peygambere de, “Tanrı’nın kelamı” denir; o, “yaşayan söz”dür ve “sözün kudretinin somut hali” olarak tanımlanır.

Hermesin Kayıp Sözleri (Hermetika):

975-8519-09-3Güzel konuşma sanatı olan “retorik” başlı başına bir bilimdir. Retorik, sözün üstün değere erişme yollarını gösteren ve söz söyleme sanatlarını inceleyen bilim dalıdır. İşte bu bilimin en kadim üstadı olan Hermes; dili tüm kıvraklığıyla kullanıp, öğretisini etkili kılmak için ondan yararlanmıştır. Hermes’in, “Tanrıların yazıcısı” ve “sözün efendisi” olarak betimlenmesi bundandır. Hermes tüm bilgeliğini güçlü sözlerle retorik sanatının inceliklerini kullanarak aktarmıştır.

Bununla birlikte, Hermetika’ nın 15.ci kitabında bakın nasıl uyarıyor o zamanki kitap yazarlarını ve çevirmenleri:

‘’Öğretilerim daha anlaşılmaz görünecek gelecek zamanlarda, tercüme edildiklerinde bizim ana dilimizden Yunanlılar’ın diline. Çeviri, anlamların çoğunu çarpıtacaktır. Bizim ana dilimizde ifade edildiklerinde, öğretiler açık ve sadedir. Çünkü bir Mısırlı sözcüğünün kendi sesi, anlattığı şeyin tınısını taşır. Bu nedenle, olası tüm önlemler alınmalıdır Yunanca’ ya çevrilerek bu kutsal satırların bozulmasını önlemek için! Yunanca göz boyayan bir dildir. Bu nedenle benim sözcüklerimin inandırıcı etkisini taşıyamaz.’’

İlk Çağ düşünürlerinden ünlü Platon, Hermes’in sayısız icadını kabul etmiştir. Hermes için “Thot” adını (M.Ö.2.y.y.’da) Heredot icat etmiştir. Zaman içinde, asıl adı Hermes olan Thot’u o zamanki öteki tanrılardan ayırt etmek için, ona “trismegistus” (üç kez yüce) unvanını benimsemişlerdir. Üç kez yüce oluşunun açılımı ise; “doğa üstü güçlerde üstat”, “simyada üstat”, ve “olağan üstü bilgide ve etkide üstat” dır.

Ayrıca Hermes, “kral”, “büyük rahip” ve “öğreti kurucusu” olarak da kabul edilmiştir. Çünkü astroloji, mimari, geometri, tıp, retorik ve inanç disiplini konularını kapsayan her türlü bilgiyi Hermes’in indirmiş olduğu söylenir. Tüm bunlara ek olarak, Hermes; kadim Yunanlılar tarafından “piramitlerin mimarı” olarak da tanınır.

Gize’deki Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerinin tufan öncesi teknolojisi kullanılarak Hermes rahipleri tarafından inşa edildikleri ve bugün sanıldığı gibi sadece birer firavun mezarı olmadıkları ve birer enerji jeneratörleri oldukları söylenir. Ayrıca, piramitler inisiyasyon eğitimlerinin verildiği ve törenlerinin yapıldığı birer mabettir. Bu piramitlerin benzerlerinin Mars Gezegeni yüzeyinde de bulunduğu, elimize geçen son bilgiler arasındadır.

gokyuzune-merdiven-front-1Yunanlı tarihçi Heredot, ilk üç piramidin ve Sfenks’in tufan öncesinde yapıldığını doğruluyor. Bu saptamayı, ünlü araştırmacı Zecharia SITCHIN de “Gökyüzüne Merdiven” adlı kitabında tarihsel belgelere dayalı olarak yapmış bulunuyor. Mısırlı rahipler, Herodot’a bu piramitlerin tufandan önce Mısır’ı yöneten Firavun Surid döneminde Hermes rahiplerinin “üstatlık sırları”nı daha sonraki nesillere aktarmak amacıyla inşa ettiklerini ve aradan 341 nesil geçtiğini söylemişlerdir. Kabaca bir hesap yapacak olursak; piramitlerin günümüzden 12-13 bin yıl önce inşa edildikleri anlaşılmaktadır.

Özellikle Keops Piramidi’yle ilgili bulgular bu piramidin çok özel bir yapı olduğunu ve bulunduğu yere özellikle yerleştirildiğini gözler önüne sermektedir. Yapımındaki ölçüler, binlerce yıldan bu yana aritmetik ve geometri bilimlerini kullanan büyük mimarların eseri olduğunun kanıtı niteliğinde görünmektedir. Yine Z. Sitchin’in  “Gökyüzüne Merdiven” adlı kitabında bununla ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz.

Keops Piramidinde Hermes İnisiyasyonu:

1540484355_d6835b7f6aHermes’in müritlerince inşa edildiği bu denli açık olan Keops Piramidi’nin içinde varlığı saptanan bölmeler, Hermetik inisiyasyonun değişik aşamalarında kullanılan odalar ve salonlardı. Piramitlerde pek çok kişi inisiye edilmişti. Asıl adı Hossersif olan Musa Peygamber burada yaklaşık 20 yıl inisiyasyondan geçmiş ve sonunda başrahipliğe kadar da yükselmişti.

Kadim Mısır kültüründe, Ramses’den önceki hanedan döneminde hükümdarlar Hermes rahibiydi. Bu hükümdar (ya da kral) rahipler, Hermes kültünün de doğal reisiydi. Ramses Hanedanı’yla birlikte, Hermes kültünün dışından firavunlar başa geçmeye başlamıştır. Bununla birlikte, kültün dokunulmazlığı sürüp gitti ve firavun hanedanlıkları döneminde de değerinden bir şey yitirmedi.

Yukarıda belirttiğimiz Musa Peygamber’den ve Fisagor’dan ayrı olarak; Orfe, Platon ve Oklitus gibi düşünürler de Hermes İnisiyasyonu’ndan geçmiş ve bu insanlık uluları kendi okullarında pek çok mürit yetiştirmiştir. Hermetizm, aslında bir din değil; doğanın ve varlığın sırlarını araştırma yoludur.

Hermetizm; ölçülebileni ölçme, ölçülemeyeni ölçülebilir hale getirme ilkesinden yola çıkarak, varlığın gerçek doğasına nüfuz etme yollarını araştırmış ve bu yolda da epeyce başarılı olmuştur. Evreni bu şekilde tanıma yoluna da “geometri” denmiştir. Bu sözcük; “geo” ve “metron” olmak üzere iki kısımdan oluşur: Bunlardan “geo” dünya, “metron” ise ölçmek/ölçüm demektir. Ölçmek ve ölçümlemek; bir şeyin, bir başka şey karşısındaki durumunu tanımlamaktır. Fisagor ve Oklitus aritmetik ve geometri bilimlerinin sırlarına, çok uzun süre yaşadıkları ve piramit denen bu mabetlerde ermişlerdir.

Simyanın asıl amacı:

1540484355_d6835b7f6a-1Dünya beşerinin tarih boyunca ilgisini çok çeken bilim dallarından biri de simyadır. Zamanla amacından saptırılıp, açgözlü insanların ilgi alanında kalan simyanın da babası Hermes’tir. Simya biliminin ana amacı; elementte kusursuzluğu ve safiyeti yakalamaktı. Bilinen en saf ve “temiz” olabilecek element altındır. Her maddede belli bir yüzde safiyetsizlik varken, altındaki saflık %99.99’dur. Simyanın amacı elementin niteliğini değiştirme yoluyla, maddenin niteliğini değiştirmek, yani maddeye egemen olmaktı.

Maddeye egemen olmak, nefse hâkimiyet ve kendini bilmek, tanımak demektir. Simyacı elementin niteliğini değiştirme yoluyla asıl kendini değiştirmeyi hedefler ve bedene ve maddeye hâkimiyet sağlamanın, ruhsal yönlerini geliştirmenin yollarını arardı. Simya da maddeden altın elde etmek şeklinde yolundan saptırılmadan önce bir inisiyasyon yoluydu.

Orta Çağdan itibaren Hermetik metinlerin kaynağıyla ilgili rivayetler olmuştur. Bunların Hermes Trimegistus adı verilen Mısır bilgelik tanrısı Thot tarafından beşeriyete iletildiği ve kuşaktan kuşağa aktarılarak, sonunda Helenistik Dönem’de Yunanca’ya çevrildiği ama orijinallerinin çok daha eski olduğu da araştırmacılar tarafından öne sürülmüştür. Tapınaklarda inisiye edilen çeşitli uluslardan gelen cesur ve varlık bilgisine susamış kişiler inisiyasyonlarının sonunda ya bu inisyasyon merkezlerinde kaldılar, ya da vatanlarına dönüp, mürit yetiştirmişlerdir.

Birçok filozofun memleketi olan Yunanistan’daki insanlar Hermetik bilgiler ile Fisagor zamanında karşılaşmıştır. Ünlü düşünür Fisagor dünya bilgisini elde etmek için çıktığı dünya turunda Mısır’a gelmiş ve Hermetik bilgilere inisiye olabilmek için yaklaşık 20 yılını Hermes mabetlerinde geçirmiştir. Platon da temel bilgilerini Fisagor’dan almıştır.

Bu nedenle, Platon’un eserlerinin Hermetika’ya benzemesine şaşmamak gerek. Bu geleneğin Mezopotamya kolunu ise, Zerdüşt tarafından yazıldığı farz edilen Kalde Kitapları oluşturmuştur. İbrahim Peygamber Kalde’lidir. Bu anlayış, İbraniler yoluyla, ama üzeri epeyce tozlanarak, Yahudi Mistisizmi olan Kabala ile günümüze kadar gelmiştir.

İskenderyeli Kleman; Mısırlı rahiplerin, Hermes’in 42 kitabına da sahip olduklarını söyler. Bunlardan 36 tanesinde tüm felsefeleri ve öğretileri mevcuttur. Geri kalan 6 kitabın da tıbbi konular içerdiği söylenmektedir. Tıp ile bağlantılı olarak, Mısır’da M.Ö.2000 yılında beyin ve mikro-cerrahi ameliyatlarının yapıldığına dair kanıtlanabilir iddialar da bulunmaktadır.

Bu kanıtlara dayanarak, Hermetik tıbbın; anatomi ve fizyolojide ne kadar ileri olduğunu söylemek zor olmasa gerek. Yunan Hermetik Edebiyatı’nda da Mısır inanışlarının ve ifade şekillerinin kullanıldığı gözden kaçmaz. Önce astroloji bilimiyle ilgili eserler vermekle başlayan bu edebiyat daha sonra; simya, sihir ve bunun biraz saptırılmış hali olan büyü ve çok daha mistik felsefi yapıtların katılımıyla zenginleşmiştir.

Hermetizmin Tarihsel Gelişimi:

Hermetik öğretiye göre, ruh ışıktır; madde ise, karanlık. Ruhlar “gökten”, karanlık yeryüzüne süzülerek inerler ve maddeyle “birleşirler”. Yani, ruhçuluktaki ifadesiyle enkarne olurlar. Bu, onlar için bir sınavdır. Günümüzde Hermes’e atfedilen birkaç eser Mısır hiyeroglifleriyle değil; Yunanca, Latince ve Kopt dilinde yazılmıştır. Bu iddiaya göre, Hermes’in kitapları tek bir kadim bilgenin değil, çok eski çağlarda yaşamış, pek çok bilge kişinin ürünüdür ama hepsi de Hermes’e atfedilmiştir. Öyle de olsa, böyle de olsa, hiçbir şey bu kitaplarda yazılanların inisiyatik değerini azaltmaz.

İlk çağın hemen hemen tüm felsefeleri ya Hermetizm’den etkilenmiş, ya da kendilerini bu bilgi külliyatına karşı savunmak durumunda kalmışlardır. İlk Hıristiyanların önde gelenlerinin birçoğu Mısır’da yaşamış ve Hermes’in eserlerinin pek çoğuna sahip olma fırsatını yakalamışlardır. Hermetik felsefeyi içeren eserler M.Ö.2 ve 3.cü yüzyıllarda İskenderiye kentinde toplanmıştı. O yıllarda İskenderiye, Atina’yı bile geride bırakan büyük bir öğrenim merkeziydi ve İskenderyeliler bilgiye susamışlıklarıyla ün yapmışlardı.

Kentin yöneticisi Yunanlı vali I.ci Ptolemeus’un emriyle burada bir kütüphane ve müze kurulmuştur. Her ırktan ve her ulustan insanlar buraya akın akın geliyorlardı: İyonlar, Museviler, Mısırlılar, Babilliler, Fenikeliler ve hatta Hindistan’dan Budistler. Bu şekilde, sanki dünyaya sunulan tüm bilgi bu kentte toplanmıştı. Yarım milyon kadar papirüs tomarıyla kütüphane ezoterik ve inisiyatik bilgiler açısından giderek zenginleşti.

gw297h375İskenderiye’nin altın çağı “Kutsal Roma İmparatorluğu”nun doğuşu ve Hıristiyanlığın batıya taşınarak, Greko Romen Kültür ile karışmasıyla sona erdi. Katolik Kilise’nin kendi politik yönetimi doğrultusunda Hıristiyanlar onlara, ‘kırsal kesimde oturanlar’ anlamına gelen “paganlar”(taşralılar) adını verdi. Bu dogmatik tutumun etkisiyle kentteki kütüphane, içindeki eşsiz bilgi külliyatıyla birlikte yakıldı.

Evet, Kadim Yunanistan’da “üç kez yüce Hermes” olarak nitelendirilmiş olan Hermes’in öğretisi saygınlığını Roma İmparatorluğu’ nun Hıristiyanlığı kabul etmesi ve bu dinin (elbetteki yozlaştırılmış versiyonunun) bağnazlığı sayesinde yitirmişti. Hıristiyan Roma İmparatorluğu kadim geçmişin bu görkemli kültürüne (“vahşi köylü/taşralı” anlamına gelen) “pagan”  damgasını vurarak, bu kültürü sadece aşağılamakla kalmamış, görüldüğü yerde yok edilmesini de emretmekten geri kalmamıştır.

Bu cümleden olmak üzere, M.S. 5. y.y.’dan başlayarak, Roma İmparatoru Theodoius imparatorluk sınırları içindeki  Hermes okullarından yetişmiş rahiplerin yönetimindeki mabetleri ortadan kaldırtmış, Hermes’in ve Hermes okullarından yetişenlerin kitaplarını yaktırmış, bilginleri öldürtmüştü. İşte büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılışı da bu zamanlara rastlar. Yangından, yıkımdan, yağmadan, talandan ve elbette ki ölümden kurtulabilen Hermes okulu kökenli bilgeler öğreti ve etkinliklerini yüzyıllarca yeraltında sürdürmek zorunda kalmıştı.

Hermetik düşünür ve bilgeler pagan suçlamasıyla Mısır’dan kaçarak, Araplar’a sığındılar. Beşer tarihinde, Hermes’in eserleri nerede okunup benimsenmişse, orada uygarlık gelişmiş, insani değerler (erdemler) yeşermiştir. Nitekim çok geçmeden; Araplar bilgi ve bilimsel başarılarda bir numara haline geldiler. Bağdat’ta ilk üniversite kuruldu, pek çok Hermetik eser Arapça’ya çevrildi.

Hermetika, İslam felsefesinde de önemli bir gizli akımın gizemli ilham kaynağı oldu. Hallac-ı Mansur da, yetişmesi Hermetik öğretiye dayalı bir tasavvuf ehli ve zamanının en büyük sufilerindendi. Bilindiği gibi, “Enel Hakk!” (Ben Hakk’danım.) dediği için o zamanın cahil ve fanatik dindarları tarafından 911 yılında Bağdat’ta katledilmişti. Bu değerli sufinin öldürülüş şekli de, bunu uygulayanların vahşiliğini açıkça ortaya koyuyordu.

Hermes Okulu’ndan gelenlerin Bağdat’tan dışlanmaları, kovulmaları ve hatta katledilmeleri onları İran Körfezi’nin güneyine (Lasha’ya) göç etmeye mecbur etmiştir. Batıda ise, Katolik Kilise’nin dogmatik tutumunun etkisiyle Hermetik öğretinin müridleri, yeni bir sığınak arama itilimiyle Floransa’da toplanmaya başladı. Tüm Hermetik eserler Latince’ye çevrildi.

Leonardo da Vinci, Michelangelo, Botticelli ve Raphael vb. büyük sanatçılar derinden etkilenerek Pagan İlahları’nı betimlemeye başladılar. Floransa’da gizliden gizliye muhteşem bir kültür doğdu ve buna “Renaissance” denildi. Bu sözcük, uyanışa çok uygun bir isimdi. Çünkü Hermetik felsefenin temeli ruhsal olarak “yeniden doğma anlayışı”na dayanıyordu. Bildiğimiz gibi, ruhçuluğun da temelinde aslolan ruh varlığıdır ve yeniden doğuş, hatta tekrar tekrar doğuş en temel kavramlardan biridir.

Bu arada, ünlü astronomlardan Kopernik de Hermetizm’den etkilenmiş, inisiye bilgelerden biridir. Yine, Katolik Kilise’nin dogmatik baskısı altında batıda (ve dolayısıyla da bizde) yaygın olarak öğretildiği şekliyle güneş sisteminin merkezinde dünyanın değil, güneşin var olduğunu biliriz. Oysaki Kopernik, Hermetik Felsefe üzerine öğrenimini tamamladıktan sonra, bu yoruma varmıştır. Hatta ünlü astronomun “Göksel Kürelerin Dönüşleri” adlı eserinin ilk sayfasında Hermes’ten bir alıntı vardır: “Güneş, görünen Tanrıdır.”

Ezoterik anlamıyla Hermes, Güneş’ten söz ederken, ‘Görünenin Ardındaki Görünmeyen Güneş’i ifade etmek istemişse de, Kopernik’in bir bilim insanı olarak ondan yaptığı bu alıntı öğretisinin temelini bilimsel kökenli bulduğunu da ifade eder. Burada ifade edilmek istenen şey asla Güneş’e tapınma ve onun ritüelleri değildir.

Hermetik Mabetlerde İnisiyasyon:

templeptahMemfis Mabetlerinde Hermetik inisiyasyona aday olmak isteyenler önce bir iç avlunun dev sütunlu giriş bölümüne götürülmekteydi. Bu sütunlar kudretleriyle ve saflıklarıyla güneşin Kutsal Emanet Sandığı’nı (yani, Osiris Mabedini ayakta tutan dev lotüsleri) andırmaktaydı. Yanına başrahip yaklaşmaktaydı. Onun yüz hatlarındaki haşmet ve sükûnet, gizemli bir görünüm arz eden, ama deruni bir ışıkla ışıldayan o gözler, hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetmekteydi. O bakışlar, yabancının kalbine birer matkap gibi işlemekteydi. Daha bu ilk karşılaşmada, yabancı kendisinden hiçbir şey saklanamayacak bir kimseyle karşı karşıya bulunduğunu derhal anlamaktaydı.

Osiris rahibi ona doğum yeri, ailesi ve eğitim gördüğü mabet konusunda çeşitli sorular yöneltmekteydi. Bu kısa sınav sonunda sırlar öğretisine katılmaya layık olmadığı sonucuna varmışsa ona, sessiz fakat kararlı bir jest ile kapıyı göstermekteydi ama hevesli yabancıda samimi bir hakikat arzusunun bulunduğunu saptamışsa; o zaman ona,  kendisini izlemesini söylemekteydi. Her ikisi birlikte sütunlu giriş bölümlerinden ve iç avlulardan geçip, her iki yanı kayalık olan, dikili taşlar ve sfenkslerle donatılmış bulunan üstü açık bir yolu izleyerek küçük bir mabede varmaktaydılar.

Bu mabet, yer altı mahzenlerine giriş kapısı olma hüviyetine sahip, ana kapısı normal boyda bir İsis heykeliyle maskelenmiş durumda bir yapıydı. Tanrıça İsis, kucağında kapalı bir kitap olduğu halde, yere oturmuş meditasyon ve murakabe yapar vaziyetteydi.

İsis’in yüzü peçeliydi ve heykelin alt bölümünde şu satırlar dikkati çekmekteydi: “Benim peçemi hiçbir ölümlü kaldıramamıştır.”  “İşte okült sunağın antresi burasıdır.” demekteydi başrahip ve devamla, “Şu iki sütuna bak; kırmızısı varlığın, Osiris’in ışınına doğru tırmanışını, siyahı da mabedin içine hapsoluşunu temsil etmektedir. Bu düşüş, mahvoluşa kadar varabilir. Bizim bilimimize ve doktrinimize ulaşmayı başarmış kişi yaşamını bu şekilde ortaya koymuş olur. Zaaf sahibinin ya da kötü kimsenin elde edeceği şey çıldırma ya da ölümdür.

Güçlüleri ve iyileri bekleyen nimet ise yaşam ve ölümsüzlüktür. Bu kapıdan nice ihtiyatsız kişi içeriye girmiştir ama dışarıya canlı çıkamamıştır. Orası, gözü pekleri ortaya çıkaran bir uçurumdur. Öyleyse iyice düşün taşın ve karşılaşacağın tehlikeleri gözünün önüne getir, cesaret edemiyorsan, denemekten vazgeç. Çünkü bu kapı senin üzerine bir kez kapanınca, bir daha açılmaz, geri dönüş yoktur.”

Eğer aday ısrarla “Evet.” demişse; o takdirde, baş rahip onu dış avluya götürüp, oradaki hizmetkârlara teslim etmekteydi. Yabancı kişi orada bir hafta boyunca en basit ve en gösterişsiz işlerde ilahi dinleyerek ve arınma pratikleri uygulayarak çalışmak zorundaydı. Ayrıca, mutlak bir sessizlik içinde bulunmaya da mecburdu.

İnisiyasyon başlıyor:

Sınav akşamı gelip çatınca, iki şakirt (çömez) gelip, adayı okült sunağın kapısına götürmekteydi. Birlikte girdikleri bu yer, hiçbir çıkış deliği olmayan karanlık bir holdü. Bu holün her iki yanında, meşalenin ışığı yardımıyla görülebilen ve oralardan geçene, sanki alaylı alaylı bakan insan vücutlu aslan, boğa, yırtıcı kuş ve yılan başlı heykeller birer sıra halinde dizilmişlerdi. Bir tek söz söylenmeden kat edilen bu yolun sonunda, yüzleri birbirine dönük bir halde ayakta duran bir mumya ile bir iskelet yer almaktaydı. Şakirtler adaya, dilsizlere özgü bir el hareketiyle; karşısındaki duvarda bulunan bir deliği göstermekteydiler. Burası, içinde ancak sürünülerek yürünebilecek kadar alçak bir geçitti.

O gizemli deliğin ağzında şakirtlerden biri, “Hala geri dönebilirsin…” demeye çalışıyordu el kol hareketleriyle ve devamla; “Sunağın kapısı henüz kapanmış değil, ama daha hala arzuluysan, bu delikten geçip geri dönmemecesine yola devam etmek durumundasın.”  Aday da tüm cesaretini toplayarak, “Devam ediyorum.” demekteydi. Bunun üzerine refakatçı şakirtler adaya, titrek bir alevle yanmaya çalışan bir lamba verip, geldikleri yoldan geri dönmekte ve sunağın kapısını büyük bir gürültüyle kapayarak, günlük yaşamlarına dalmaktaydılar.

Artık tereddüte yer yoktu, geriye delikten geçip, zifir karanlık aralığa dalmak kalıyordu. Aday, elindeki lambanın cılız ışığında zorlukla süründüğü sırada, mahzenin derinliklerinden gelen bir ses şu sözleri söylemekteydi: “Bilime ve kudrete göz diken akılsızlar burada telef olup giderler.” Harika bir akustik sayesinde bu söz aralıklı yankılar halinde 7 kez yinelenmekteydi. Bu tehdide rağmen ilerlemek gerekiyordu.

Gerçi aralık genişlemekteydi, ama bu kez de gitgide dikleşerek inen bir yokuş halini almaktaydı. Gözü pek yolcu; sonunda kendini, dibinde bir delik bulunan huni şekilli bir çukurun karşısında bulmaktaydı. Aşağılara doğru sarkıtılmış demir bir merdivenden inen aday, son basamağa varınca bu kez de korkunç bir kuyuyla karşı karşıya kalmaktaydı.

10751f1e-13e0-4dee-8283-d24ea1dad114Titreyen eliyle sımsıkı tutmaya çalıştığı neft lambasının ölgün ışığı o karanlığın içinde elbette ki yetersiz kalmaktaydı. Ne yapmalıydı? Yukarıya tekrar tırmanıp, geldiği yoldan yürüyerek kurtulması da olası değildi. Altında ise, onu korkunç karanlıklar beklemekteydi. Bu zor durumda gözüne, sol tarafındaki bir yarık takılmaktaydı. Bir eliyle demir merdivene, öteki eliyle de lambaya yapışmış bir halde çevresine bakınırken, bu yarıktaki basamakları fark etmekteydi. Bir merdiven! Kurtuluş yolu!

Kendini derhal o yöne atıp, basamakları çıkmaya başlamakta ve böylece uçurumdan kurtulmuş olmaktaydı. Merdiven, yukarılara doğru, kayayı delip geçen bir vida gibi spiral bir gidişle tırmanmaktaydı. Hakikat yolcusu adayı; en sonunda kendini, dev heykel sütunlarla desteklenmiş geniş bir dehlize bakan bronz bir parmaklığın önünde bulmaktaydı. Duvarlarda, aralıklı olarak iki sıra halinde dizilmiş simgesel freskler dikkati çekmekteydi. Bu dehlizin her iki kenarında, güzel heykel sütunların ellerinde bulunan lambalar yardımıyla aydınlatılmış olan on birer adet fresk vardı.

Parmaklığa, adaya Pastofor (kutsal simge muhafızı) diye adlandırılan bir rahip çıkmakta ve onu şefkat dolu bir tebessümle karşılamaktaydı. Birinci sınavı başarıyla bitirdiği için kutlayıp, ona galerideki kutsal resimlerin anlamlarını anlatmaktaydı. Bu resimleri hepsinin altında bir harf ve bir sayı bulunuyordu. Mevcut 22 simge, 22 temel sırrı temsil etmekte ve okült bilimin alfabesini oluşturmaktaydı; yani, irade gücüyle uygulandıklarında, her türlü bilgeliğe ve her türlü kudrete hayat veren mutlak ilkeleri, evrensel anahtarları oluşturmaktaydı. Bu ilkeler; hafızaya, kutsal dildeki harflerin ve bu harflere bağlı bulunan sayıların karşılıkları olarak nakşedilmekteydi.

Bu dilde her harf ve her sayı ilahi âlemde, entelektüel âlemde ve fizik âlemde yankıları olan 3 ögeli bir yasayı ifade etmekteydi. Lirin bir teline dokunan parmak, gamdaki bir notayı nasıl çınlatıyor ve ayrıca da öteki notalarda nasıl titreşimlere yol açıyor idiyse aynı şekilde, bir sayının içerdiği tüm gizil güçleri hayranlıkla izleyen zihin ile bir harfi kendi düzeyinin şuuruyla telaffuz eden ses de, birlikte, her üç âlemde de yankılanan bir güce hayat vermekteydi.

Buna göre, 1 sayısına karşılık gelen “A” harfi, ilahi âlemde kendisinden tüm varlıkların sadır olduğu Mutlak Varlık’ı, entelektüel âlemde sayıların birliğini, kaynağını ve sentezini, fizik âlemde ise güç ve yeteneklerin gelişip büyümesi sayesinde sonsuzluğun eş merkezli kürelerine kadar yükselen rölatif varlıkların zirvesini, yani insanı ifade etmekteydi. 1 no’lu sır, Mısırlılar’da, elinde asa ve başında altın taç taşıyan beyaz giysili bir maj ile temsil edilmekteydi. Beyaz giysi arılığı, asa buyruğu, taç da evrensel ışığı ifade etmekteydi.

Rahip adayı, duyduğu bu gizemli ve yeni şeyleri henüz anlayacak durumda değildi. Tanrılara özgü o sakin ve ciddi tavırla kendisini süzen o güzel resimlerin karşısında Pastofor’un söylediği sözlerin etkisiyle gözlerinin önüne, bilmediği perspektifler açılmaktaydı. Bu resimlerin her birinin gerisinde yer alıp da birden zuhur edivermiş olan düşünce ve imaj dizisini parıltılar halinde fark etmeye başlamaktaydı.

Gizemli nedenler zinciri yardımıyla dünyanın içini tasarlamak ilk kez aklına gelmekteydi. Böylece harften harfe, sayıdan sayıya sıçraya sıçraya öğretmen öğrencisine sırların anlamını anlatmakta ve onu İsis Urani aracılığıyla Osiris’in arabasına, yıldırım isabet etmiş kule aracılığıyla da alev alev yanan parlak yıldıza ve en sonunda da majların tacına ulaştırmaktaydı.

“Şunu bil ki” demekteydi Pastofor, “bu taç, hakikati tezahür ettirmek ve adaleti uygulamak üzere Tanrı’yla birleşen İlahi Kudret’in varlıklar ile eşya üzerindeki etkisine bu hayattan itibaren katılan her iradeyi temsil eder. Bu hali de, özgürlüğe varmış ruhların ebedi ölümüdür”.

opstgmoMürşidin sözlerini dinlerken, adayın içini hayret, korku ve hayranlık kaplamaktaydı. Sunağın sunduğu ilk parıltılar bunlardı. Hayal meyal görür gibi olduğu hakikat; ona, ilahi bir anın şafağı gibi görünmeye başlamaktaydı.

Konuşmasını bitirdikten sonra, Pastofor, ucunda harlı bir ateşin çıtır çıtır yandığı dar ve uzun bir kubbenin altına açılan bir kapıyı açmaktaydı. Bunun üzerine aday ürpererek, “Ama bu ölüm ..” diye mırıldanmaktan kendini alamadı ve rehberine korkulu bir ifadeyle bakmaktaydı. Pastafor da yanıt olarak, “Oğlum, ölüm ancak gelişmemiş varlıkları dehşete düşürür. Bir zamanlar ben de bu ateşin üzerinden geçtim, hem de gül bahçesinden geçer gibi…”  Bu sözün hemen ardından, adayın üzerine sırlar galerisinin bu parmaklığı da kapanıvermekteydi.

Aday, ürke ürke yanına kadar geldiği ateşin gerçek ateş değil; tel kafesler üzerine beşli kümeler halinde dizili ve birbirine geçmeli odunlardan oluşma optik bir illüzyondan ibaret bir şey olduğunu fark etmekte gecikmedi. Bu yığının ortasında bırakılmış olan dar patikayı izleyip öte tarafa kolayca geçmekteydi. Adayın atlattığı bu ateş sınavından sonra, bu kez sıradaki sınav su sınavıydı.

Aday bu kez, gerisindeki ateş odasında yanmakta olan yapay ateşin aydınlığında siyah renkli durgun bir sudan geçmeye mecbur edilmekteydi. Bu sınavı da atlatmış olan ama hala daha ürpertiler içinde bulunan adayı iki asistan alıp; içinde, kubbenin tavanına asılı bir lambanın solgun ışığıyla esrarlı bir şekilde aydınlatılmış olan yumuşak bir yatağın yer aldığı loş bir mağaraya götürmekteydi. Yardımcılar orada onu kurulamakta, vücuduna güzel kokular sürmekte, ona ince keten elbise giydirmekte ve sonra da  “Burada dinlen ve baş rahibi bekle.” diyerek çekip gitmekteydiler.

Yorgunluktan perişan halde bulunan aday, kendini yatağın üzerine bırakıvermekteydi. Heyecanla dolu dakikalardan sonra, bu sükûnet onu elbette ki mest etmekteydi. Dehlizde gördüğü kutsal resimler, o acayip figürler, sfenksler, heykel sütunlar bir bir gözlerinin önünden geçmekteydi. Ama bu resimlerden biri ona niçin bir halüsinasyon gibi görünüp durmaktaydı?

12864203335_7735450ebe_bİki sütun arasında ekseninden asılı vaziyetteki bir tekerlekle temsil edilen o ‘X’  sırrı inatla gözünün önünde niçin canlanıp duruyordu acaba? Bir yanında, bir delikanlı kadar yakışıklı olan iyilik meleği Hermanubis; öteki yanında da, kendini baş aşağı vaziyette uçuruma bırakılan kötülük meleği olan Tifon (tufan-tayfun). Ayrıca, bunların her ikisinin de arasında ve tekerleğin tepesinde oturan kılıçlı bir sfenks.

Bu arada, mağaranın diplerinden geliyormuş izlenimini veren insanı tahrik edici bir müzik sesi ise adayın zihninde oluşan bu imajları bir anda silip atmaktaydı. Bu sesler, yürek karartıcı ve dokunaklı bir bitkinliği tasvir eden hafif ve betimlenmesi olanaksız seslerdi. Harp titreşimlerinin, flüt seslerinin, soluk soluğa kalmış birinin nefeslerini andırır seslerin de karıştığı madeni bir çınlama sesi kulaklarını tırmalamaktaydı. Ateşten bir hayalin içine gömülmüş olan aday, gözlerini kapamakta ve tekrar açtığında ise yatağının biraz ötesinde, insanı bir bakışta allak bullak edecek ve baştan çıkaracak kadar güzel bir görüntü belirmekteydi.

Bu, erguvan renginde bir tüle bürünmüş, boynunda muskası olan ve Militta rahibelerine benzeyen Sudanlı bir kadındı; sol elinde güllerle taçlandırılmış bir kupa tutmakta ve adaya özlemle bakmaktaydı. Bu kadın, dişi bir hayvanın tüm güçlerine taş çıkaracak bir cinselliğe sahip bir Sudanlı esmerdi. Çıkık elmacık kemikleri, geniş burun delikleri, kırmızı ve nefis bir meyve misali etli dolgun dudakları ve alaca karanlıkta parlamakta olan gözleri ile adayı fazlasıyla cezbetmişti.

Aday, ilk cazibe şokunu atlattıktan sonra, şaşkınlık içinde birden ayağa fırlamakta ve ne yapacağını bilemeden ellerini göğsüne bastırıp, öylece kalakalmaktaydı. Ama köle kadın ağır adımlarla ayaklaşmakta ve gözlerini yere indirerek hafif ama hala cezbedici ve tahrik edici bir sesle şunları söylemekteydi: “Yakışıklı yabancı, benden korkuyor musun? Sana galiplerin ödülünü, mutluluk kupasını getirdim; al iç, yorgunluğunu giderir.”

Aday, tereddüt içinde yalpalayıp dururken; kadın,  sanki yorulmuş gibi, yatağın kenarına oturmakta ve hala yalvaran aldatıcı gözlerle adaya bakmaktaydı. Ama olan olduktan ve vahşi arzusunu doyurduktan sonra, daha önce içtiği sıvı, adayı derin bir uykuya sevk etmekteydi. Uyanınca ise, kendisini yapayalnız ve kaygılar içinde bulmaktaydı.

Karmakarışık yatağı aydınlatan kasvetli lamba ışığının altında ayakta duran bir adam takılmaktaydı gözüne. Bu adam baş rahipti ve kendisine, bilge kişilere özgü bir tonlamayla şöyle hitap etmekteydi: ”İlk sınavları başarıyla atlattın. Ölüme, ateşe ve suya galip geldin ama kendine galip gelmeyi başaramadın.

Marifet ehli olmak için can atan sen,  duyulara ilişkin ilk sınavda bile başarısızlığa uğradın ve madde uçurumuna yuvarlandın. Duyularının esiri olan kişi karanlıklarda yaşar. Sen karanlıkları ışığa yeğledin; öyleyse karanlıklarda kal da gör halini. Karşı karşıya bulunduğun tehlikelerden daha önce sana söz etmiş ve seni uyarmıştım. Sen yaşamını kurtardın ama özgürlüğünü yitirdin; mabedin tutsağı olarak ölünceye kadar burada kalacaksın…”

Eğer aday, aksine hareket ederek, köle kadının uzattığı kupayı elinin tersiyle iterek, kadını defetseydi, o takdirde; ellerinde meşalelerle on iki asistan gelip onu alacaklar ve de yarım daire oluşturacak şekilde dizilmiş ve beyaz giysiler giyinmiş olan majların hazır bekledikleri İsis Sunağı’na görkemli bir şekilde adayı alıp götüreceklerdi. Şahane bir şekilde aydınlatılmış olan mabedin dibinde, dev bir heykel yer almaktaydı.

isisnursinghorusBu, kucağında oğlu Horus’la birlikte İsis heykeliydi. İsis Tanrıça’nın önünde duran erguvan renk giysili baş rahip, orada inisiye adayını karşılamakta ve ona sır saklayacağına ve itaatkâr davranacağına dair yemin ettirmekteydi. Yemin sırasında rahip adayı; bu arada, en korkunç beddualarla tehdit edilmekteydi. Böylece onu, meclis adına, kardeş ve müstakbel inisiye olarak selamlamaktaydı.

Aday, bu yüce mürşitlerin önünde bulunduğu sırada, kendini tanrıların huzurundaymış gibi hissetmekteydi. Böylece kendisini kanıtlamış olan aday, hakikat ehlinin arasına katılmak üzere ilk adımını atmış olmaktaydı.

Böylece aday, bu kadar çetin sınavdan sonra bile inisiyasyonun ancak eşiğine basabilmiş olmaktaydı. Bu ilk basamak, yıllarca sürecek çıraklık ve eğitim döneminin ilk basamağıydı. Bu uzun ve meşakkatli çıraklık dönemi sırasında amaç, “hedefi bilmek” değil, “hedefin kendisi olmak”tı. Başka bir deyişle, suni ihtiyaçları “terk yoluyla güç kazanmak ve sadeleşmek”ti.

Kadim bilgeler, insanın hakikatte, ancak ve ancak hakikati öz varlığının bir parçası haline getirdiği, yani onu “ruhunun kendiliğinden eylemi” haline getirdiği takdirde erişebileceğine inanmaktaydılar. Ama bu derinlemesine özümleme işleminin öğrenci tarafından yapılması gerekiyordu. Mürşitler ona yardım etmemekteydiler, bu yüzden de o, öğretmenlerinin bu soğukluğuna ve bu kaygısızlığına şaşıp kalmaktaydı. Sürekli olarak gözetim altında tutulmakta sert kurallara uymaya zorlanmakta ve ondan mutlak bir itaat istenmekteydi.

Ama buna rağmen, ona ancak pek sınırlı bazı açıklamalarda bulunulmaktaydı. Endişelerinin ve sorularının yanıtı hep şu cümlede olmaktaydı: “Bekle ve çalış…” Bu yanıtı her alışında, içinde; aniden başkaldırma arzusu, üzüntü ve kuşku uyanıvermekteydi. Cüretkâr üçkâğıtçıların ya da kara maji ehlinin kulu kölesi mi olmuştu acaba? İradesine hükmederek onu rezilce işlerde mi kullanacaklardı? Hakikat silinip gitmiş, tanrılar onu sanki terk etmişti, tek başınaydı ve mabedin mahkûmuydu artık. Hakikat ona bir sfenks figürü halinde görünmüştü. Şimdi ise sfenks ona şunu söyler olmuştu: “Ben kuşkuluyum.”

Şimdi bu kadın başlı, aslan pençeli ve kartal kanatlı hayvan onu alıp, çöllerde mahvetmeye çabalıyordu sanki… Bereket versin ki, bu kâbusları yatışma ve ilahi İçe doğuş saatleri izlemekteydi. Mabede girebilmek için maruz bırakıldığı çetin sınavların simgesel anlamlarını işte bu anlarda anlayıp kavramaktaydı.

Ama ne yazık ki, içine düşmekten kıl payı kurtulduğu kapkaranlık uçurum bile şu, ne olduğu bir türlü anlaşılamaz nitelikli hakikat uçurumunun yanında daha aydınlık kalmaktaydı. İçinden geçtiği o ateş bile, ona; içini yakıp kavuran şu ihtiraslardan daha az korkunç görünmekte ve içine atlamak zorunda kaldığı o soğuk ve karanlık su bile ona, içini doldurup, kendisini sıkboğaz eden şu kuşkudan daha az soğuk gelmekteydi.

Sınav gecesi yer altı mahzeninde kendisine anlamı açıklanmış olan ve yirmi iki sırrı betimleyen o aynı kutsal resimler bu kez, mabedin bir salonunda iki sıra halinde yeniden karşısına çıkmaktaydı.

Okült bilimin eşiğindeyken, ancak hayal meyal sezinlenebilen bu sırlar aslında teolojinin ana sütunlarını oluşturmaktaydı. Onları anlayıp kavrayabilmek için inisiyasyonun tamamını kat etmek gerekiyordu. O günden beri mürşitlerin hiç biri ona tek bir kelime bile söylememişti. Sadece bu salonda gezinip, bu resimler üzerinde derin derin düşünmesine izin verilmişti.

Orada saatlerce tek başına kalmaktaydı. Bunu yaparken, önce iç varlığının derinliklerine inmekte, ardından da dünya bağlarını koparıp, eşyanın yukarılarında süzülerek uçmaya başlamaktaydı. Arada sırada majlardan birine şu soruyu yöneltmekteydi: “İsis’in gülünü koklamama ve Osiris’in ışığını izlememe bir gün izin verilecek mi?” Aldığı yanıt da şöyle olmaktaydı: “ Bu bize bağlı bir şey değil. Hakikat kendini teslim etmez.

imagesİnsan onu ya kendinde bulur ya da hiç bulamaz. Biz seni adept (el almış, uygulamaya izinli ve sırları bilen kişi) yapamayız; onu kendi kendine elde etmek zorundasın. Lotus suyun dibinde yetişir ama suyun yüzeyine ulaşması çok uzun bir zamanı gerektirir. İlahi çiçeği açtıracağım diye acele etme. Olacağı varsa, bir gün elbet olacaktır. Çalış ve dua et.”

Bu yanıt üzerine çırak, buruk bir sevinç içinde tekrar derslerine ve meditasyonlarına dönmekteydi. Varlıkların varlığına ait bir nefesi andıran bu sessizliğin yüce ve hoş cazibesinin tadını çıkarırken, aylar ayları ve yıllar yılları kovalamaktaydı. Mürit, kendinde gerçek bir başkalaşımın cereyan edişine tanık olmaktaydı. Bir zamanlar gençliğinin başına üşüşmüş olan ihtiraslar ondan gölgeler gibi uzaklaşmaya başlamakta, onu şimdi sarıp sarmalamış bulunan düşünceler ise ona ölümsüz dostlar gibi tebessüm etmekteydiler.

Zaman zaman dünyasal benliğin batmakta, onun yerini almak üzere gelişen daha arı ve daha eterik bir benliğin ise doğmakta olduğunu hissetmekteydi. Bu duygunun etkisiyle içinden, gidip kapalı sunağın basamaklarında el pençe divan durmak ve hatta secdeye varmak geliyordu. Onda artık başkaldırma arzusu da, herhangi bir heves ya da özlem de kalmamaktaydı. Ruhunu tam anlamıyla Tanrı’ya havale edişten, hakikat yoluna feda edişten başka her şey silinip gitmekteydi.

Dua ederken, şunları söyler hale gelmekteydi: “Ey İsis, mademki ruhum senin gözyaşlarından bir damladır, öyleyse öteki ruhların üzerine varsın çiy halinde damlasın ve öldüğüm sırada onların hoş kokusunun sana doğru yükseldiğini duyayım. İşte kendimi Tanrı yolunda fedaya hazırım.”

Çırak inisiye sessizlik içinde ettiği duasının ardından, yarı vecd hali içine düşmüş olan mürid, yerden bitmiş bir vizyon misali, yanında beliriveren baş rahip ile göz göze gelmekteydi. Sanki mürşit, müridinin tüm düşüncelerini okuyor ve onun iç hayatında cereyan eden dramı biliyor gibiydi…  “Oğlum,” diyordu mürşit tok bir ses tonuyla, “hakikatin ifşa edileceği zaman yakındır. Sen onu, kendi benliğinin derinliklerine indiğin ve orada ilahi hayatı tanıdığın zaman, zaten hissetmiştin.

İnisiyelere ait yüce meclise artık katılabileceksin. Kalbinin temizliği, hakikate karşı olan aşkın ve terk yolundaki başarın sayesinde bunu hak etmiş durumdasın. Ama ölmeden ve ardından da tekrar doğmadan, Osiris’in eşiğinden içeri kimse gidememiştir. Mahzende sana refakat edeceğiz. Sakın korkma; çünkü sen artık bizim kardeşimizsin.”

Alaca karanlıkta, Osiris’in rahipleri, ellerinde meşaleler olduğu halde, yeni adepti(çırak inisiyeyi) sfenkslerin üzerine oturtulmuş vaziyetteki dört direk ile desteklenmiş olan alçak tavanlı bir mahzene götürmekteydiler. Bir köşede, mermerden yapılma üstü açık ve oymalı bir mezar bulunmaktaydı. “Hiç kimse,” diyordu baş rahip; “ölümden kaçamaz. Her canlı ölmekle ve sonra tekrar doğmakla yükümlüdür. Bu yaşamından itibaren Osiris’in ışığına katılabilmesi için çırak inisiyenin canlı canlı mezara girmesi germektedir. Haydi, bakalım, gir şu mezara ve ışığı bekle. Bu gece büyük korkunun kapısından geçecek ve Sahib-i Tasarruflar’ın eşiğine ulaşacaksın…”

Çırak inisiye mezara uzanmakta ve baş rahip delini onun üzerinde gezdirip onu kutsamaktadır. İnisiyelerden oluşma kortej sonra sessizce oradan ayrılmaktaydı. Yere konmuş cılız ışıklı lamba, mahzendeki o bodur sütunlara desteklik eden sfenksleri hala daha aydınlatmaktaydı. Bu sırada, derinlerden gelen koro halindeki bir şarkı işitilmekteydi ama nereden gelmekteydi bu ses?

Cenaze töreninde söylenen şarkı mıydı bu acaba? Derken, şarkı sona ermekte ve lamba son bir kez daha göz kırptıktan sonra sönmekteydi. Böylece inisiye adayı çırak, karanlıktan da daha karanlık o mezarın içinde kala kalmaktaydı. Mezarın soğukluğu olduğu gibi üzerine çullanmakta ve tüm uzuvlarını dondurmaktaydı. Ölümün ıstıraplı evrelerinin tadını bir tatmakta ve sonunda baygın uykuya (letarjiye) dalıvermekten kendini alamamaktaydı.

Tüm yaşamına ait sahneler, hayali şeyler olarak gözünün önünden geçmekte, dünyasal şuuru da gitgide silikleşmekte ve dağınıklaşmaktaydı. Bedenin eriyip dağıldığını hissettikçe, varlığının esiri bölümü de serbestleşmekte ve bir vecd hali kendiliğinden oluşuvermekteydi. Karanlıkların siyah fonu üzerinde uzaklarda parıldayan bir nokta neyin nesiydi acaba? Yaklaştıkça büyüyen bu nokta sonunda, her biri gök kuşağındaki tüm renklere sahip bulunan ve çevresine manyetik ışık saçan “beş ışınlı bir yıldız” görünümü kazanmaktaydı.

Daha da sonra ise, çırak inisiyeyi akkor halindeki merkezin beyazlığına doğru cezbeden bir güneş haline dönüşmekteydi. Bu vizyonu, mürşitlerin sihir güçleri mi oluşturmaktaydı acaba? Yoksa görünmez âlem, görünür hale mi gelmekteydi? Ya da bu, göksel hakikatin, ümit ve ölümsüzlük kaynağı olan alevler içindeki o yıldızın ön belirtisi miydi? Bu vizyon az sonra kaybolmakta ve aynı yerde bu kez bir çiçek tomurcuğu belirmekteydi.

Karanlıkta açan bu çiçek aslında elbette ki maddesel olmayan bir çiçekti. Çünkü  çırak inisiyenin önünde o, beyaz bir gül halini alırken, canlı taç yapraklarını birleştirmekte ve alev alev yanan göbeğini kızıllaştırmaktaydı. Bu, İsis’in çiçeği miydi yoksa? Yani kalbinde taşıdığı aşkı içeren mistik bilgelik gülü müydü?

Çok geçmeden o da, sanki bir koku bulutu halinde buharlaşıp gitmekteydi. İşte o anda çırak inisiye kendini sıcak ve okşayıcı nefesin içine gömülmüş halde hissetmekteydi. Şekilden şekle büründükten sonra, bu bulut yoğunlaşmakta ve bir insan yüzü görünümüne bürünmekteydi.

Bu yüz bir kadın yüzüydü; yani, okült sunağa ait İsis’in yüzü… Ama normalde olduğundan daha da genç ve daha da mütebessim ve daha da ışıklıydı. Zarif ve narin bedenini, spiral bir anlamda şeffaf bir tül sarmaktaydı ve bu tülün içinde o zarif beden pırıl pırıl parıldamaktaydı. Elinde bir papirüs rulosu tutmaktaydı. Yavaşça yaklaşmakta, mezarda yatmakta olan inisiyenin üzerine hafifçe eğilip ona şunları fısıldamaktaydı: “Ben senin görünmeyen bacınım, senin ilahi ruhunum; al işte, bu da senin kendi yaşamının kitabı.

Kitaptaki dolu sayfalar geçmiş yaşamlarını içermektedir. Boş sayfalar da, gelecekteki yaşamların içindir. Bir gün bu sayfaların tümünü gözlerinin önüne sereceğim. Şimdi artık beni tanıyorsun; ne zaman çağırırsan, yanına gelebilirim.” İsis konuşurken, gözlerinden sanki şefkat ışınları fışkırıyordu. O öyle meleksi bir dubleydi ki ve öyle ilahi bir ahitti ki, ipince öteki âlemde öyle harika bir füzyondu ki…

Ama birden her şey silinivermekteydi. Feci bir ıstırabın ardından, çırak inisiye, kendini; sanki kendisini, bir kadavraya girmişçesine bedeninde buluvermekteydi. Sanki eli kolu demir halkalara bağlıydı, sanki beyninin üzerinde kocaman bir ağırlık bulunmaktaydı. Uyandığında çevresinde majlarla birlikte baş rahibin de ayakta durduğunu görmekteydi. Kendisine sunulan teskin edici içkiyi yudumladıktan sonra yavaş yavaş ayağa kalkmaktaydı. Bu sırada kâhinin şu sözleri işitilmekteydi: “İşte tekrar yaşama döndün. Şimdi gel, inisiyeler şölenine katıl da bize Osiris’in ışığında yaptığın yolculuğu anlat. Artık sen de bizlerden birisin.”

Günümüzde bu tip mabet inisiyasyonları çağın gereği olarak kalmadı ama inisiyasyon her zaman devam ediyor. Gerçeği arayan, kendiyle ve özüyle karşılaşmak, bilgi yolunda yürümek isteyen her yolcu doğal bir inisiye adayıdır. Mağaralar, mabetler, piramitlerde yaşanan inisiyatik öğretiler ve o eski mürşitler yok ama her insanın kendi kendinin mürşidi olma zamanı geldiği için bilgi de, dejeneratif alanlar da her yerde var, tercih bizlere kalıyor.

Günün şartları gereği, egomuzu ve nefsimizi terbiye etme konusunda bizi inisiye edecek çok daha fazla maddi cazibe ve dejenerasyon oyunları var. Lüks tüketim, marka merakı, şehvet düşkünlüğü, uyuşturucular, ben merkezli ve egoya aşırı yükleme getiren her türlü halet ve olayla, sürekli sınanma ve inisiyasyon içindeyiz zaten ama farkında değiliz.

Yüksek Farkındalık elde etmek ve neyi niçin yaşadığımızı bilmek için; simyanın da özü olarak ifade edilen kendini tanıma ve maddeye egemen olma, dönüştürmeyi gerçekleştirme ve gerçek kimliğimizi yaşama fırsatımız ise her zaman var, yeter ki isteyelim. ‘Zamanım yok, onlar eskidendi, iş-güç çok yoğun, çoluk çocuk var’ gibi kaçış cümlelerine yer verilmediği zaman kendini eğitmek, değiştirmek ve saf altın gibi olmak isteyen insan, belli bir yola girdiği zaman şartların da kendiliğinden nasıl da değiştiğine tanık olacaktır. Bu tanıklığı bizzat yaşayan ve kendi bireysel gelişimini başarı ile sürdürmekte olan o kadar çok kişi var ki…

Gerçeğin yolcuları, yollarını ve birbirlerini her zaman bulurlar… “Kapıyı Çalın Açılacaktır” denmiştir. Karşılaşma zamanı geldiğinde çeşitli eşzamanlılık olaylarıyla mutlaka karşılaşırlar ve bilgi alış-verişlerini rahatlıkla yaparlar. Bu öğretilerin, parayla, zamanla, malla-mülkle, işle-güçle, çoluk-çocukla pek alakası yoktur. Gerçek ihtiyaç söz konusu olduğunda o ihtiyacı karşılayacak şartlar da mutlaka oluşur… Düşünce enerjisi, sesi, sözü kelama çevirmek için harekete geçer.

Ve Simyacı’da (Paulo Coelho) söylendiği gibi “bir tek insan bile kendi yazgısını gerçekleştirmek için harekete geçtiğinde tüm evren de ona yardım etmek için harekete geçer.”

Astroset

Kaynak: Büyük İnisiyeler –  Ruh ve Madde Yayınları

Resim Düzenleme: Çiğdem Sarıgül

Çiğdem Sarıgül

Çocukluğumdan beri bu evrendeki gerçek rolümüzü, gerçekten nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi araştırıyorum. : )

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu