Antik Tarihte İleri Teknoloji
Binlerce yıl önce, hiçbir yazılı belgede nasıl olduğuna ilişkin bilgi bulamadığımız o gizemli çağda, üstün güçleri bulunan birileri yeryüzünde etkili olmuş olmalıdır. Bunların kim olduklarını, nereden geldiklerini bilmiyoruz; bıraktıkları izler oradadır, akıl almaz bir tekniğin eserleridir bunlar.
İnkaların Sacsayhuaman Kalesi, Peru kenti Cuzco’nun yaklaşık 3500 m. yukarısındadır. Bu kaleyi kuranların İnkalar olduğu kesin, çünkü burada da onların büyük ve kenarlarda yuvarlak kesme taşları kullanılan yapı tarzı göze çarpmaktadır. Bu tarz yapılar, İnka İmparatorluğu’nun yayıldığı bütün bölgelerde göze çarpmaktadır. Kalenin üst kısmında heybetli bir taş çember vardır. Bu çember bir zamanlar takvim işlevi görmüş olmalı. Büyük bir kulenin tabanı da olabilir.
İnka Kalesine sırtınızı dönerseniz, kayalardan bir labirentle karşılaşırsınız, buraya hemen “harabeler” deyip geçemezsiniz. Burada her taraf ne olduğu tanımlanamayan taşlarla kaplıdır; kimi büyük, kimi küçük kesme taşlardır bunlar. Bir yapıdan arta kalmış taşlar mıdır kestirilemiyor. Önceleri buraların İnkalara ait bir taş ocağı olabileceği düşünüldü. Ne var ki hiç de böyle bir yer değildi. İnkaların birkaç taş ocağı bulunmuştu. Oralarda bambaşka bir tarzda çalışılmıştı.
Yarıklara ve deliklere basılarak yukarıdaki düzlüğe çıkılınca hiç beklenmedik bir görüntü çıkıyor karşımıza, burada birinci sınıf işçilikle kesilmiş kaya blokları vardır. Bunlar belirli bir düzende değildir, bir duvar gibi örülmüş değildir, istif edilmiş monolitler de değildir. Yalçın kayalar adeta birbiriyle kucaklaşmış gibidir. Yontulmuş kaya kitleleri ne olduğu anlaşılamayan bir tablonun içinde mozaik taşları gibi yer almıştır. Bütün bloklarda taş işçiliği vardır. Hiçbir bilgiç arkeolog kalkıp da bana bunların doğanın eseri olduğunu, kayalardaki bu dik açılı kenarlara bir doğa harikası olarak bakılması gerektiğini, yüzeylerdeki özene bezene cilalamanın doğa tarafından yapıldığını ve gerçek bir coşkunun ürünü olan bu dev kitlenin bir taç koltuk gibi arazinin ortasına yine doğa tarafından oturtulduğunu söyleyemez.
İnka Kalesinin tam arkasında işlenmiş monolitik kayalar bulunmaktadır, bu da muammayı biraz daha zorlaştırıyor. Çok güzel kesilmiş taş kitleleri karşısında insan şaşıp kalıyor. Hiçbir yerde su veya çimento gibi kaynaştırma maddesi yok. Bloklar büyük bir ustalıkla birbirlerinin üstüne yerleştirilmiş. Bunu basit aletleriyle İnkalar mı yapmış? Karşımıza 8 m. yüksekliğinde bir kitle çıkıyor, betondan sanıyorsunuz. Sanki tahta kalıpları birkaç hafta önce sökülmüş gibi görünüyor. Oysa beton filan değil. Bütün öteki bloklar gibi bir de granitten. Bu doğal kaya üst tarafından tanınıyor. Kıl inceliğinde parlak renk farkları taş kitlenin yüzeyi boyunca uzanıyor.
Asıl büyük parçalar ise çevrede dağılmış halde. Bunlarda yukarıdan aşağıya inen basamaklar var. Bu da kaya kitlelerinin daha büyük bir tesisin tamamlayıcı parçaları olduğunu kanıtlamaktadır. Peki nasıl bir tesisti bu? Bilmiyoruz. Kesin olan nokta, burada birilerinin kayaları, bizim peyniri kesişimiz gibi kesip biçtiğidir. Yine kesin olan bir başka olgu da, bu akla durgunluk veren taş işçiliğinin, İspanyol fatihlerinin Peru yaylasına gelmezden önce varoluşudur. Kim olduğunu bilmediğimiz kudretli kimselerin, kocaman kayaları dilim dilim kesebilecek teknik olanaklara sahip olmaları gerekir. Daha sonraları, çok daha sonraları İnkalar işlenip hazırlanmış bu kaya yığınından yararlanmışlardır. Harika biçimde kesilmiş kaya parçalarını tanrılarına tapındıkları tapınaklar olarak kullanmışlardır, bu tanrılar göklerden gelmişlerdi. Onun içindir ki, en yüce İnka’ya hep “Güneşin Oğlu” diye baş eğilmiştir.
İnkaların başı da kendini bir zamanlar inip insanları eğitmiş o gizemli varlıkların soyundan gelen biri olarak görüyordu. Kuşkusuz İspanyol istilacılar bu acayip ve şaşkınlık uyandırıcı kaya kitleleri karşısında afallamışlardı. İnkalardan bütün bunların kendi zamanlarından önce de varolduğunu öğrendiler. Bugün için düzgün kesilip işlenmiş yüzlerce kaya parçasından oluşan bu muammanın rekonstrüksiyonu artık olası değil. Ama hayalgücümüzü çalıştırırsak burada bir zamanlar tanrıların kaldığı büyük bir sarayı, daha doğrusu bugün “ana-üs” denilen türden bir yeri gözümüzün kolayca önüne getirebiliriz.
Aynı derecede akla durgunluk veren bir yer daha Puma Punku; burası kullanılan teknik açısından çok daha etkileyici. Bugünkü Bolivya’da Titica Gölü’nün yakınlarında 4000 m. yükseklikte. Bu kadar yüksekliğe çıkmayı göze alan birkaç turist de Puma Punku’dan net bir şey göremezler çünkü onları daha çok yakınında bulunan ve güneş kapısıyla ünlü Tiahuanaco’ya götürürler. Bu güneş kapısı 3 m. yükseklikte ve 4 m. genişliktedir, ilginç yanı tek bir monolitik bloktan oluşmuş olmasıdır. 48 garip figür ortada bulunan bir tanrının iki tarafını süsler. Şimdi hayatta olmayan Prof. Schindler-Bellamy, burada yıllarca çalıştı, bu figürlerde bir Dünya ve Ay Takvimi ortaya çıkardı; bu takvim inanılır gibi değil, 20.000 yıllık bir zaman çevrimini kapsıyordu. Başkaları da bu figürlerde yanlış anlaşılmış bir teknolojinin şematik betimlemelerini gördüler.
Benim Tiahuanaco’ya ilk gidişim 30 yıl önce oldu. O günlerde tek tek monolitler ağaçsız arazide orada burada durmaktaydı; düzenli kazılar da tek tük hem de uzun aralarla yapılıyordu. Bu işlere ayrılacak para da pek yoktu; şimdiye kadar da durumda hiçbir değişiklik olmuş değildir. Monolitlerin yan taraflarında oluğu andırır derin çizgiler vardı, yukardan aşağı doğru inmekteydiler. Bir amaca hizmet etmiş olmaları gerekirdi. Bu arada restore etme çabaları oldu ve monolitler de bu çabanın kurbanı oldular. Monolitlerin aralarına koca bir duvar diktiler, üzerindeki oluğumsu yarıklar kayboldu.
Tiahuanaco’nun güneybatı tarafında bir başka dünyanın panoraması gözler önüne serilir; burası Puma Punku’dur. İnsan burada hayretler içinde kalmayı yeniden öğrenebilir, gezegenimizde hala açıklanmamış bilmeceler var. Puma Punku’ya giderken yolda karşımıza diyorit taşından bir blok çıkar. Üzerine pervazlar ve bölmeler oyulmuştur. Bu oyukların neye yaradığını kestiremiyoruz. Uzman kişilerimiz ise yine klişeleşmiş açıklamalar yaparak taşın kurban taşı, bölmelerin de akacak kanın toplanma yerleri olduğunu söylemekten başka bir laf edemiyorlar.Nerede oluklu ve oyuklu bir taş görseler, akıllarına kurbandan başka bir şey gelmiyor. Kan ve acıyla kaplı karamsar bir dünya bu! Puma Punku, öteden beri hep büyük bir soru işareti olmuştur. 1651’de o zamanlar Pa Laz Piskoposu olan Antonio de Castro y del Castillo, Puma Punku’nun tufandan önceye ait bir yapı olduğunu yazıyor.
Ona göre İspanyollar buradaki taşları bir defa bile yerlerinden kıpırdatamamışlardır. Gerçekten de kımıldatamazlardı. Yukarıda heybetli teraslar ve platformlar var, en büyüğü 40 m. uzunluk, 7 m. genişlik ve 2 m. yükseklikte. Ağırlığı 1000 ton kadar tahmin ediliyor. Devrilmiş yan duvarların ve taş zeminlerin meydana getirdiği bu kaos granit, andesit ve diyoritten oluşuyor. Bu sonuncusu yeşil renkte, olağanüstü sertlik ve direnci olası derin katmanlarda bulunan bir taş kütlesidir. Platformlar ve monolitler, ince bir işçilikle yontulmuş, perdahlanmış ve cilalanmıştır; hepsi de sanki en modern matkaplara, keskilere, frezelere sahip bir atölyede işlenmiş gibidir. Burada ustaca elden geçirilmiş taşlardan karmakarışık bir yığın ortalığı kaplamıştır; bu parça parça taşlar bir zamanlar kuşkusuz bir bütün oluşturuyordu. Bu taşların yerli yerinde bulunduğu binlerce yıl öncesinin Puma Punku’sunun nasıl bir görünümde olduğunu göz önüne getirme olanağından yoksunuz.
Ancak kullanılan teknolojinin bazı örneklerini gözlemleyebiliyoruz; 1.10 m. yüksekliğinde bir diyorit blok var. Yukarıdan aşağıya inen derin bir oyuk çizgi göze çarpıyor, bu çizginin üstünde birkaç cm. aralıklarla delikler sıralanmış. Diyorit denilen taşların üstünde kemikle, odunla, kumla, çakmak taşıyla, bakırdan ya da demirden bir aletle delik ya da oluk açılamaz. Öyleyse burada nasıl bir matkap ve freze kullanılmıştır? Başka bir bloğun uzunluğu 2,78 m., eni 1,75 m. ve yüksekliği 88 cm. Toplam altı yüzeyi büyüklü küçüklü başka yüzeylere bölünmüş, her biri başka bir düzlemde. Birbirinden farklı pervazlar, şeritler, dörtgenler ve kareler var. Bugün böylesi kusursuz bir işçilik için çelik frezeler ve geliştirilmiş matkaplar kullanmak gerekmektedir. Önceden hazırlanmış şablonlar taş yüzey üzerine konulmaktadır, çünkü modelden en küçük bir sapma, yapılmak isteneni işe yaramaz hale sokuverir.
(Bu videoda Puma Punku’ da bulunan taşların analizi yapılıyor. – Ç.S.)
Peki, kimdi bu taş işçiliğinin planlayıcıları? Kimdi bunların teknik ressamları? Ya o prefabrik diyebileceğimiz önceden hazırlanmış yapı parçaları? Ana yüzeylerinde frezelenerek açılmış iki delik bulunan bloklar vardı. Bu deliklerin arkalarında küçük dörtgenler bulunuyordu. Dörtgenler, çengelli kilitleri hatırlatıyor, ikisi karşı karşıya getirilince bloklar birbirine kilitleniyordu. Bütün bu taş işçiliği asla bir boş vakit uğraşı olamaz. Yapılanlar bir bütünün, çok daha büyük bir yapının parçalarıdır. Her parçanın karşılığı olan eşine tastamam uyması gerekir. Bunun için de geliştirilmiş bir aygıt aracılığıyla kusursuz kalıplar oluşturulması zorunluluğu vardır; ancak bu sayede taştan kilitler ve kilit yuvalarının bir kilitleme sırasında parçalanması önlenebilir.
Bir uygulama denemesi yaptık ve bilgisayara bu prefabrik nitelikteki yapı parçalarından üçüne ilişkin verileri verdik. Sonra da bilgisayardan hangi parçanın hangi parçaya uyduğunu saptamasını istedik. Ve ne gördük… Bilgisayar parçaları tek tek yıldırım hızıyla bir araya getirdi. Oluklarla raylar, girintilerle çıkıntılar birbirinin içine tastamam geçti, böylece önceden hazırlanmış parçalardan bir duvar oluştu. Harç yoktu, eksik ya da fazla bir parça yoktu ve depreme karşı da dirençliydi. Bir şey daha var. Heybetli platformların başlangıçta bakırdan veya tahtadan kenetlerle tutturulmuş olmaları gerekir deniyordu. Oysa her iki madde de bu kadar büyük ağırlığın basıncına dayanamaz. Unutmayalım ki 4000 m. yükseklikte bulunuyoruz. Geceleri ısı sıfırın altına düşerken gündüzleri bunaltıcı sıcak oluyor.
30 yıl önce Puma Punku’da fotoğraflar çekmiştim; bunların arasında yakındaki Tiahuanaco’da yere sokulu birkaç boru parçası da vardı. Bu borular sanki fabrikadan çıkmış gibi görünüyorlardı. Bunların su boruları olduğu söyleniyor. Diyelim ki öyledir, bu durumda alttaki parçanın asıl su borusu olması gerekir. İki tane çifteli borunun yan yana konması nasıl garip bir planlamanın sonucudur acaba? Daha büyük çaplı tek bir boruyla su nakli daha kolay olmaz mıydı? Ne diye yan yana iki boru kullanılmıştı? Peru kenti Cuzco’da ve Bolivya kenti Puma Punku’da görülen taş işçiliği hiçbir yerde benzeri bulunmayan bir teknolojinin varlığını kanıtlamaktadır.
Arkeologlar Puma Punku’nın 600 yılında, Titicaca gölü dolayında yerleşmiş bir kızılderili boyu olan Aymaralar tarafından kurulduğunu kesin bir dille belirtiyorlar. Gel gelelim bir nokta bu sayın bayların gözünden kaçmış. Aymara boyu maden kullanmayı, hele bakır ve demiri işlemeyi bilmezdi. Yazıdan ise hiç haberleri yoktu. Kimse kalkıp da buradaki çalışmaların belli bir projeye göre yapılmadığını söyleyemez. Önceden hazırlanmış parçalar bunun kanıtıdır. Detayların işlenmesi ise ileri bir teknolojinn varlığını açıkça ortaya koyuyor.
Bu nitelikte planlamalar bir yazının kullanımını zorunlu kılar. Burada düşünülecek, hesaplanacak ve kağıda dökülüp saptanacak yığınla işçilik örneği var; en azından taşçı ustalarının nerede oyuk yapacağını, nereye pervaz yontacağını bilmesi gerekir, bunlarınsa bir model olmadan gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Gözler önünde yatan işlenmiş parçalar, Aymara boylarını bu yapının kurucusu olarak gösteren görüşü çürütmektedir. Çok daha sonraları Aymaralar bu harabelere gelip yerleşmiş olabilirler; ama asıl Puma Punku’nun onlar tarafından kurulmuş olması düşünülemez.
Çünkü çok basit bir formül var ortada: Planlama + Aritmetik + Geometri + Prefabrik yapı parçaları + Çelik sertliğinde aletler + Metal kenetler + Çok ağır maddelerin taşınması bizim bugün sahip olduğumuza denk bir teknoloji sonucunu verir. Peki, bu kentin kurucusu olarak kimi düşünebiliriz? Kızılderililerin geleneksel söylentileri Puma Punku’nun tek bir uzun gecede tanrılar tarafından inşa edildiğini söylüyor. İnsanlar bu işe katılmamışlar. Tanrılar tarafından mı? Nasıl tanrılar tarafından? Hani şu insanlığın geleneksel söylentilerinde hep sözü edilen gizemli öğreticiler miydi bunlar? Uzaydan gelme bu varlıklar, bu dünya-dışılar mı bu taşlarla uğraştılar, onları işlediler? Elbette!
Biz insanlar önümüzdeki 1000 yıl içinde Ay’a ve Mars’a yerleşecek olursak, yapı planlarını, aletleri, şablonları ve plastik maddeleri komşu gezegenlere taşıyacağız. Bunlara küçük makineleri de katabiliriz; ama kesinlikle profil demiri götürmeyiz. Ay’da ve Mars’ta taşlardan yararlanırız, onları işleriz çünkü; taş malzemesi her tarafta elimizin altında olacaktır, üstelik ideal bir ham maddedir. Soğuğa ve sıcağa karşı bizi korur, uzaması kısalması yoktur, ayrıca ateşe karşı dayanıklıdır. Radyasyondan koruma işini çok iyi yaptığı gibi, yıldırıma karşı da izolatördür. Komşu gezegenlerde de taşları kullanırız.
Bolivya yaylasından Abidos’a bir sıçrama yapıyorum; burası Eskiçağ’ın başlarında Mısır’ın en önemli mezarlar beldesiydi. Tanrı Osiris’in sözde mezarı buradadır. Niye sözde mezar? Bu tanrı efsaneye göre paramparça olmuş ve parçaları tüm Mısır’a dağılmış. Yalnızca kafası Abidos’ta gömülmüş. Osiris’de taş çağı insanlarına çeşitli şeyler öğretmiş o göksel öğreticilerden biriydi. Eski Mısırlılar tanrıları Osiris’e bir anıt mezar yaptılar. Mezarın monolitik kalıntısı tapınak duvarının arkasında bir çukurun içindedir, tapınağın kendisinden 8 m. daha aşağıda bulunmaktadır. Bu harabelerin kaç bin yıldan beri çölün kumlarınca örtüldüğünü kimse söyleyemiyor; ama herkes aradan geçen bunca bin yılın buradaki monolitlere hiçbir zarar veremediğini görebiliyor.
Taşlar yepyeniymiş gibi görünüyor. Heybetli istinat duvarları ve döşeme kirişleri çukurun içinde sanki İngiltere’de Stonehenge’den ithal edilmiş gibi duruyorlar. Taş işçiliğindeki özenli incelik tıpkı İnkaların uzak ülkesindeki gibi. Kıtalar arası çalışan bir usta eğitmen mi? Antik Çağ tarihçisi Sicilyalı Diodor, 1. kitabında eski tanrıların Mısır’da birçok kent kurduğunu, Hindistan’daki kentlerin de onların eseri olduğunu söyler. Bence buna Güney Amerika’daki kentleri de katmalı. Diodor’un zaman bakımından verdiği bilgi nasıl? “Osiris ve İsis’ten İskender’in egemenliğine kadar 10.000 yıldan fazla zaman geçtiğini söylüyorlar -bazıları ise bu sürenin 23.000 yıldan ancak biraz daha az olduğunu yazıyor.”
Abidos’ta bir tapınağın süs kuşağında bulunan garip hiyeroglifler şaşırtıcıdır. Burada helikoptere benzeyen bir şey görülmekte; ayrıca hücum botu gibi bir şekil ve tankı andırır bir taşıt resmi dikkate çarpmaktadır. Uzmanlar, bu resimlerin iki ayrı hiyeroglif metninin birbirinin üstüne yazılması ve bu yazılmanın eski metin kazılmadan yapılması sonucu tesadüfen oluştuğu görüşündeler. Oysa tapınak girişlerinde böyle bir durum hiç de göze çarpmıyor; ama ben yine de sayın uzmanlara itiraz etmek niyetinde değilim. Buna karşılık gerçek zırhlı arabalar British Museum’da görenleri şaşkına çeviriyor. Bunlara ilişkin “koç başından başka bir şey değil” denildiğini işittim. Kent surlarını yıkmada kullanılırlarmış. Haydi öyledir diyelim; ama bu tokmaklama aygıtının namlu diyebileceğimiz parçası niye yukarı çevrilidir? Tokmağı yukarıya çevrili koçbaşı olur mu? Bu durumda bütün kinetik enerji havaya uçmaz mı? Ya koçbaşı denilen bu aygıtın altında koşacak olan cesur adamlar ayaklarını nasıl koruyacak? Kesin bir olgu var ortada; Doğru dürüst bilgiye sahip bulunmadığımız uzak geçmişimizde, tekniğin evrimine de, gelişim tarihine de uymayan teknolojiler var olmuştur. En mükemmeli, önce var olmuştu; oysa tam tersi olması beklenirdi.
Kaynak: Erich Von Daniken – Yüce Tanrı’nın İzinde
Ek Bilgi:
Antik taş işçiliğiyle ilgili ek olarak aşağıdaki videoda verilmiş bilgileri Türkçeye çevirdim. Burada da açıkça görülüyor ki bu dev granit taş blokların gelişmiş bir teknoloji olmadan kesilip, şekil verilmesi imkansız. – Ç.S.
Videonun belli dakikalarındaki yazıların çevirisi:
Kadim Teknolojinin Kanıtı…
“(0:34) – Sert granit taşlar ancak günümüzde uygulanan yüksek frekansta vuruşlar yapan, ultrasonik sondaj yöntemiyle delinmiş… (0:52) – bunlar taş bloğun üzerinde gelişi güzel kesikler. Bunlar elle kazınsaydı saatler sürebilirdi… (1:05) – Moskova taş işleme tesisinde, 1-2 mt. granit taş blokları kesmek için, 3,5 metre çapında ve 3,5 cm. kalınlığında elmas kaplı testereler kullanılıyor. Kırılmasın diye bu kalınlıkta ve yüksek hızda olması gerekiyor… (1:25) – Bu çentik en az 1 cm. genişliğinde ve kazara yapılmışa benziyor… (1:36) – Ayrıca eski mısırda muhtemelen kullanılan bronz ve kurşun aletlerle siyah volkanik taşları manuel olarak işlemek mümkün değil…
(1:44) – Mısır’ daki Asvan şehrinde bulunan taş ocağında binlerce tonluk granit taşı bu kadar düzgün hangi dev makina kesmiş olabilir? Bu kesikler ve delikler açıkça bir makinaya ait… (2:12) – Açıkça makina yapımı… (2:44) – Bu dünyanın en sert materyallerinden biri olan granit taş duvarları düzgünce kesilmiş ve ayna gibi parlatılmış… (3:17) – köşelere dikkat edin. Günümüzde duvarlar çok zor olduğu için bu şekilde inşa edilmiyor. Yıkılabilir standart tuğla duvarların aksine, o zamanlar köşeleri birbirine tutturulmuş inşaat şekli daha stabil görünüyor…
(4:34) – Yani binlerce yıl evvelki uygarlık günümüzden daha gelişmiş görünüyor. Antik ustalar granit, volkanik taş ya da kuvarsit gibi sert taşları işlemekte zorluk çekmiyorlardı. Krallar, firavunlar ve birbiri ardından gelen imparatorlar bu mükemmel işçiliği sahiplendi ama bu yapılarla gerçekte hiç bir alakaları yok. İster onlara uzaylı deyin, ister Atlantisli. Ama kadim geçmişte muazzam bir şeyin mevcut olduğunu ve ondan çok şey öğrenmemiz gerektiğini kabul etmemiz gerekir.
Derleme – Resim Düzenleme – Video Çeviri: Çiğdem Sarıgül
Ana Görsel: Julian Faylona