Büyü ve Büyücülük Tarihi
Büyücülüğün kökü çok eskilere dayanmaktadır. Öyle ki, Hazreti İbrahim’in peygamber olarak gönderildiği Babil halkının önceleri ruhlara ve meleklere ibadet eden, daha sonra da yıldızlara, aya, güneşe ve bunlar adına yapılmış putlara tapan kimseler olduğu rivayet edilmektedir. Günümüze kadar gelip ulaşan ve özellikle inancı zayıf kimseler arasında yaygınlaşan yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma da onlardan kalmıştır.
Kendisiyle alakalı ayet-i kerimelerde açıkça görüleceği üzere, Hazreti İbrahim, muhataplarını iknâ etmeye çalışırken sık sık ay, güneş ve yıldızlara atıfta bulunmuş; böylece o dönemde öne çıkan ve devrin insanlarınca değer verilen meseleleri de nazara vermiştir. Cinleri yardım için çağırma gücüne sahip olduklarına ve bazı gizli güçleri diledikleri gibi kullanabileceklerine inanan Babilliler, bu yönleriyle Mısır medeniyeti üzerinde de çok büyük izler bırakmışlardır.
Babil’den kalan falcılığı ve sihirbazlığı daha da ileri götüren Mısırlılar çoğu meseleleri büyüyle halletmeye çalışıyor, gözbağcılık yapıyor ve hemen her hususta illüzyona başvuruyorlardı. Eski Mısır, dünyalarını yalan üzerine bina eden gözbağcı sihirbazlarla, onları bu işe sevk eden mütekebbir Firavunların hâkimiyetindeydi.
Bazı Yahudiler arasında da sihre itikat pek revaçta idi. Cin ve peri çağırmak, kötü ruhları esir almak, gizli güçleri kullanarak harikalar meydana getirmek, büyü ve efsun yapmak gibi şeyler Yahudiler arasında da mevcuttu. Fakat, bunların kaynağı İsrail oğulları ve Tevrat değildi. Onların batıl inançları da, tılsımlarla güç kazanmaya ve büyüden kuvvet almaya bağlı bir akım olan Kabalizm’in menşei gibi, Eski Mısır’ın putperest anlayışına ve Firavunların sihirbazlarına dayanıyor, hatta Babil’e kadar uzanan bir çizgi takip ediyordu.
Dinler tarihine göre, tenasüh eski Mısır halkının “Hermes”ine dayanmaktadır ve Pisagor (Pythagoras) vasıtasıyla kadîm Yunan’a götürülmüştür. Pisagor, ruha dair bazı düşünceleri Mısır’dan İyonya’ya taşırken, görünmez kuvvetlere hükmetme düşüncesini de taşımış, zamanla Yunan-Roma medeniyetinde de, Şark’ta olduğu gibi, büyücülük ve falcılık rağbet bulmuştu.
Binlerce yıl önce, Babil, Mısır ve Asur’daki erkek ya da kadın tüm büyücüler, geleceği görmelerine yardım eden insanüstü güçlere sahip olduklarını öne sürerlerdi. Gökyüzündeki yıldızları, kuşların uçuşlarını inceleyerek, el falına bakıp avuçtaki, yüzdeki, vücuttaki çeşitli benlerden anlam çıkarmaya çalışarak geleceği saptamaya çalışırlardı.
Ayak izlerinden, kişilerin kullandıkları eşyalardan kalem ya da boya ile çizilmiş resimlerden, tütsülerden, kokulu otlardan yararlandıklarını söylerlerdi. Ayrıca çeşitli ilaçlar, zehirler, mutluluk, mutsuzluk ve aşk iksirleri satarlardı. Krallar, hükümdarlar bile zamanın büyücülerine önem verirler, onların düşüncesini almadan hiçbir işe girişmek istemezlerdi. Hatta savaşa girmeden önce, özel kâhin-büyücülerine danışıp aldıkları yorumlara göre hareket ederlerdi.
Bu tür kâhin-büyücüler, sihirbazlık ve falcılık da yaparlardı. Uzak yerlerdeki herhangi bir kişinin ne yaptığını, nerede olduğunu ve hatta ne yapmak istediğini bile söyleyebileceklerini öne sürerlerdi.
Eski İbraniler de büyücülüğe inanırlardı. Tevrat’taki, “Büyücüleri aranızda yaşatmayın!” sözleri, Avrupa ve Amerika’da korkunç bir büyücü avının başlamasına neden olarak binlerce kişinin öldürülmesine yol açmıştı.
Eski Yunan büyücüleri, ay ve ölüm tanrıçası olarak tanıdıkları HECATE ‘nin kendilerine kuvvet verdiğini sanırlardı. Bu büyücüler, güya büyük bir sihirbazlık hüneriyle hortlakları ayaklarına çağırırlar; insanları deli ederler; çeşitli otlardan tehlikeli zehirler yapar ve ölü eti yerlerdi. Bu gibi, tehlikeli büyücüler, Yunanistan’ın en çok “Tesalya” bölgesinde bulunurdu.
Yunanlıların kötü büyücüleri olduğu gibi iyi büyücüleri de vardı. Bunlar tarlalardaki ürünlere bereket getirirler, savaşlarda düşmanı yenik düşürürlerdi. Bazıları, gemicilere “Rüzgâr Torbaları” satarlardı! Denizlerde ansızın rüzgâr kesildiği zaman yelkenli gemilerin hareket etmelerine olanak olmadığından, en iyi çare, büyücülerin kuvvetine inanmaktı!
Rüzgâr satan büyücüler, insanüstü bir güçle topladıklarını söyledikleri rüzgârları, kumaş torbalar içine üçer gemici düğümüyle bağlayarak gemicilere satarlardı. Düğümleri çözer çözmez rüzgârlar dışarı fırlar, gemilerin yelkenlerini şişirirdi! Düğümleri çözünce, rüzgâr dışarı fırlamazsa ne olurdu? O zaman, ya o rüzgâr torbası kötü duaya uğramıştı ya da sahte bir büyücü onları aldatmış demekti!
Eski Romalılar da iyi olsun, kötü olsun, tüm büyücülerden korkarlardı. Bazı Romalı hükümdarlar ülkedeki tüm büyücüleri sınır dışı etmişlerdi. Zaman zaman, büyücülük yaptığı sanılan kuşkulu kimseler, uçurumlardan aşağı atılarak öldürülüyorlardı. Avrupa’nın ilk büyücü avı, M.S. dördüncü yüzyılda Roma kentinde başlamıştı.
İmparator Valens, büyücülükle uğraşan herkesi en ağır şekilde cezalandırmaktan çekinmiyordu. Hatta hastaları iyi etmek için çeşitli otlar kaynatarak ilaç yapmaya çalışanları bile ortadan kaldırıyordu. Midesindeki ağrıyı durdurmak için, kendi kendine sihirli kelimeler mırıldanan bir çocuk ölümle cezalandırıldı.
Zamanın din adamları, büyücülere, şeytan tarafından yönetilen kötü ruhlar gözüyle bakıyorlardı. “Büyücü” kelimesi yeni bir anlam kazanmıştı artık. Bu anlama göre büyücüler, doğrudan doğruya şeytanın kendisinden ya da putperestlerin tanrılarından insanüstü kuvvetler alan kimselerdi.
İlk önceleri, büyücülükle suçlanan kimseler çoğunlukla ağır cezalara çarptırılmak yerine, bu işlerden el çekmeye ya da günah işledikleri için oruç tutmaya çağırıldılar. Bazen de, para cezalarına çarptırılırlar ya da bir süre tutuklanırlardı.
Geniş anlamda ilk büyücü avı, on üçüncü yüzyılda Roma Katolik Kilisesi tarafından bir soruşturma (Engizisyon) ile başlatıldı. Bu soruşturmanın amacı, “Dinsizleri” araştırıp bularak cezalandırmaktı. Bu dinsizler, kilisenin öğretilerine inanmayan kişilerdi. Büyücülere şeytanın uşakları dendiği için, onlar her zaman Tanrı’nın da düşmanıydılar. Bu yüzden dinsiz sayılıyorlardı. Soruşturma yönetimi bu kimselere işkenceler yaptırıyor, gerekirse bunları yakarak ortadan kaldırıyordu.
On dördüncü yüzyılda “Kara Ölüm” denilen bir hastalık salgını, Avrupa’da yaşayan insanların üçte birini yok etti. Büyücüler, bu salgın sırasında içme suyu kuyularını zehirlemek ve şeytanla birlik olarak hastalığı çevreye yaymakla suçlandılar.
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda, kötü büyücülerin sayısı gittikçe yükseldi. Hatta o kadar yükseldi ki, tüm Avrupa ülkeleri sanki onlar tarafından yönetiliyordu.
Kristof Kolomb, Amerika’ya vardığı sıralarda, büyücüler arasında kitlesel tutuklanmalar ve cezalandırmalar sık sık görülür bir duruma geldi. Bu arada yüzlerce yıl boyunca, binlerce suçsuz insan asılarak ya da yakılarak öldürüldü.
Alıntı