Az Bilinen Yönleriyle ATATÜRK
Tüm dinlerin peygamberleri ve büyük inisiyeler başta olmak üzere, beşeriyetin ve mensubu olduğu ulusun gelişimine, aydınlanmasına, şuurlanmasına hizmet etmiş tüm yöneticilerin ve önemli buluşlarıyla bilime hizmet etmiş bilim insanlarının bazı dikkat çekici, bilinen/bilinmeyen “yetenekleri” olduğunu biliyoruz.
Sıradan insanınkinden farklı olan bu yetenekler; hemen hemen sürekli olarak gerçekleşen öngörüler, varlık sevgisi, sağduyu, azimkarlık, “yeni” olana açıklık, alçakgönüllülük, özgürlüğe düşkünlük, barışseverlik, duygu enginliği ve bağnazlığa tepkililik… şeklinde tezahür eder. Bu meziyetlerden/yeteneklerden sadece biri ya da ikisi sıradan olan bizlerde ya doğuştan ya da sonradan ortaya çıkar, ama ATATÜRK gibi büyük insanlarda bunların hemen hemen hepsi bir arada bulunur.
Bu yeteneklerden özellikle “öngörü”(önceden bilme/sezme), “prekognisyon” ve duru görü gibi adlarla Parapsikolojinin araştırma alanı içine girmiş ve pek çok süje ile laboratuvar koşullarında deneyler yapılmış; bunların “tesadüf” ile açıklanamayacağı (gerçekten var olduğu) kanıtlanmış, (hatta soğuk savaş döneminde yoğun olmak üzere) resmi çevrelerce kullanılmıştır.
Dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde Parapsikolojinin araştırma alanına giren pek çok süje ortaya çıkarılmış, bunlarla ilgili kanıtlanmış olaylar/deneyimler literatüre geçmiştir.
Söz konusu yaygın örneklerden bir kaçını şöyle anımsıyoruz:
– 1963’te bir suikasta kurban gidecek John F. Kennedy’nin Teksas’ta öldürüleceği, birbirinden habersiz pek çok kimse tarafından hissedilmesi, Beyaz Saraya telefonla, başkanın Güneye gitmemesinin istenmesi, birçok Amerikalının, suikastı rüyalarında görmesi,
– İkinci Dünya Savaşı öncesinde yine pek çok kişinin oğullarının savaşta öleceğini rüyalarında görmesi ve bunu savaş öncesinde bildirmesi,
– Wolf Messing’in sık sık halkın önünde düşünce okuma ve duru görü gösterileri yapması bunların hemen hemen hepsinde isabet kaydetmesi,
– ABD’nin(CIA ve FBI birimlerinde) parapsikolojik yeteneklere sahip medyumlar çalıştırması, (Apollo uçuşları sırasında başarılı telepati denemeleri…),
– Rusların(Sovyetler Birliği döneminde) Rus parapsikologların yaptıkları deneylerin birçok kitaba konu olması; mensubu bulundukları rejim nedeniyle tamamen maddeci bir zihniyetle konuya yaklaşmalarına karşın, çok başarılı sonuçlar elde etmeleri(Moskova ile Sibirya’nın kuzeyinde bir merkez arasında başarılı telepati denemeleri…),
– ABD, Duke üniversitesinde(1930’lu yıllarda ve daha sonra İNSAN DOĞASINI ARAŞTIRMA VAKFI FRNM’de) Prof. Dr. RHINE, Prof. Dr. G. PRATT, Dr. W. CARRINGTON, vb. psikologların laboratuar koşullarındaki çalışmaları…
Bizim tarihimizde ve günümüzde de buna benzer pek çok paranormal olay ve bu yeteneklere (Duyular Dışı Algılamalar, DDA) sahip kimseler keşfedilmiş ve kitaplara geçirilmiştir. Bu belgeseller konuyla ilgili yayın evlerinin kitaplarında ve ilgili kuruluşların yayın organlarında bulunabilir. DDA’nın, genellikle tüm insanlık ulularının ve önderlerinin özelliklerinden biri olduğunu ve özellikle de; T.C.’nin kurucusu yüce önder ATATÜRK’de de bu sıra dışı melekelerin bulunduğunu, daha birçok insani erdemlerle bu melekelerin onun yaşamına yansıdığını ve ATATÜRK’ün bu yanının çok az bilindiğini ortaya koymak istedik. Yararlandığımız kaynaklardan hemen gözümüze çarpan birkaç sıra dışı, ama gerçek olay:
* Atatürk’ün giriştiği işler arasında hata payının hemen hemen sıfır olması, isabetsiz hiçbir karar almamış olması,
* Beşeri tarihte, Kurtuluş Savaşı yapıp ta, yeni bir devlet hem de Cumhuriyet kuran biricik önder olması,
* İngiltere, Fransa ve ABD gibi zamanın en açgözlü ve sinsi emperyalist canavarlarına kahramanca kafa tutması, karşı koyması ve onları ülkeden kovması,
* 1907’de bugünkü Türkiye haritasını çizmesi ve arkadaşlarına, “Gelecekte Türk Devletinin sınırları bunlar olacaktır.” demesi,
* Daha 1930’lu yıllarda, gelecekte “ekonomi savaşları” olacağını bildirmesi, Avrupalıların bir birlik kuracağını, hava ulaşımının çok gelişeceğini, ay’a gidileceğini, Ortadoğu sorununun sürüp gideceğini, Sovyetlerin dağılacağını,
* Orta Asya’da Türk Cumhuriyetlerinin belirginleşeceğini ve bizim geleceğimizin de bu Türkî cumhuriyetlerle ilintili olacağını bildirmesi,
* Sadece Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarımız da değil, 1. Dünya Savaşı’yla ilgili kararlarında da hata payının/isabetsizliğin bulunmaması…
YÜCE ÖNDER ATATÜRK’ ün ÖRNEK KARAKTERİNİN ANA HATLARI
Her yönüyle ve gerçek anlamda “büyük” bir insan olan Atatürk’ün fizik ötesi niteliklerinin başında; çok yönlü bir deha ve üstün insanlık niteliği göze çarpar. Doğuştan gelen ve erdemli insanlara özgü güçlü bir karakter ile bunun sağlam dayanağı olan çetin ve yılmaz bir irade onun en belirgin üstün insanlık niteliğidir.
Davranışlarındaki ve her türden kimse ile ince düşünme ve ölçülü hareket ama temkinli ataklık onun her zaman ön sırada yer almasına neden olmuştur. Tasavvur etme ve ileriyi görme yeteneği çok gelişmiş olmasına karşın, gerçekleştireceğine inanmadığı hiçbir projenin ardından gitmemiştir… Başka türlü ifadesiyle; olmayacak, ya da insani değerlerle bağdaşmayan hiçbir şeyi istememiş; yani hep olacak şeyleri şaşmaz bir isabetle istemiş/projelendirmiş ve onların üzerine güçlü bir azimle gitmiştir.
Bilgelikle taçlanmış zekâsının yanı sıra, herhangi bir konuda “geneli kavrama yetisi” herkesi hayran bırakacak düzeydedir. Daha ilköğretim sıralarında belirginleşmiş olan matematik becerisi, ilerleyen sınıflarındaki gelişimiyle, ona; olaylar arasındaki nedenselliği görüverme yetisini kazandırmıştır.
Son derece yoğun yaşam temposuna karşın; okumak, araştırmak, incelemek, öğrenmek sonu gelmez tutkusuydu Atatürk’ün. Kendisinin okuyup incelemeye fırsat bulamadığı konularda, dürüstlüklerine ve bilgilerinin derinliğine inandığı bilim insanlarını görevlendirirdi. Kadim MU Uygarlığını inceletmesi buna örnek gösterilebilir.
Yüce insan Atatürk’ün beşeri ilişkiler çerçevesinde; insanları tanımada, erdemli insanlara özgü bir kavrayışla onları değerlendirmede yanıldığı hemen hemen hiç görülmemiştir. Tanıdık tanımadık herkesle olan ilişki ve iletişiminde, “uygar insanlara özgü bir yüreklilik”ten kaynaklanan “açık kalpliliğe ve medeni cesarete dayalı bir sözünü sakınmazlık” ile hareket etmek Atatürk’e özgü belirgin niteliklerden biriydi. Beşeri ilişkilerde riyakârlık en nefret ettiği beşeri zaaflardan biriydi.
Kuşkusuz, özgürlük/bağımsızlık kendisinin de belirttiği gibi onun en belirgin karakter özelliklerindendi. O, kendi ruhundaki özgürlüğü/bağımsızlığı topluma yansıtarak Türk Ulusunu sömürge emperyalizmin kirli ellerinden kurtardı. Esasen özgürlük/bağımsızlık, Seçme özgürlüğü ve Özgür İrade şeklinde ruh varlığının belli başlı niteliklerindendir. Ama enkarnasyon ile beşerleştiğimiz zaman bu niteliğimiz maddesel ve toplumsal koşullandırmalarla örtülür, aslımızı özümüzü aslen ruh varlığı olduğumuzu unutacak ve inkâr edecek kadar kabalaşırız.
Ama ATATÜRK gibi yüce varlıklar, söz konusu erozyona kapılmayacak kadar güçlülüklerinden dolayı; değil aslını/özünü unutmak, her fırsatta bunu ortaya çıkararak topluma hizmette, başkalarının da tutsaklıktan kurtulmalarına, özgürleşmelerine yardımda kusur etmezler.
Kuşkusuz, belirgin insani değerlerden biri olan “özgürlük severlik” in en doğal görünümü “özgür düşünce”yi oluşturması ve yaymasıdır. Düşündüğünü özgürce ifade etme tutumu, ATATÜRK ve çevresi için gerçeğin aranıp bulunmasında en geçerli ve erdirici yol olmuştur. Medeni cesaret ve düşünce özgürlüğünün verdiği güçten kaynaklanan düzgün ve etkili konuşma yetisi; onu, gelip geçmiş en usta hatiplerden biri olmak düzeyine yükseltmiştir.
Soğukkanlılığı, en belirgin kişilik niteliklerinden biri olarak yakın arkadaşlarınca saptanmıştır. Özellikle yıkımlar karşısında sergilediği soğukkanlılık, sabır ve tahammül gücünün erdemli bilgelere özgü bir sonucudur. Yine yakın çevresinin saptamalarına göre; yaptıklarıyla övünmek yerine, yapacaklarını düşünmek; onun sürekli bir eylem adamı olarak her zaman ileriye ve yeniye dönük dinamizminin dışa yansımasıdır.
Beşeri değerlere/realitelere saygılı ama onlarla özdeşleşmeyen tutumunu, rütbe ve nişanlarını bir vesileyle atıvermesiyle ortaya çıkmıştı. Büyük hizmetler ve haklı çabalarla kazandığı tüm rütbe ve nişanlarını atıp, “sade bir Türk vatandaşı” olarak kurtuluş hareketine ve savaşına girişmesi, yüksek vazife anlayışının ve bilincinin ulus sevgisiyle taçlanmış bir kanıtıydı.
Onu hedefi, böyle eşsiz bir vazife bilinciyle; toplumu çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmekti. Kurtuluş yıllarında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, onun devrimci ruhundan aldığı hızla gerçekten çağdaş bir nitelik kazanmaya başlamıştı, ama ne yazık ki 40’lı yıllardan itibaren bu hız korunamadı ve hatta düşüşe geçildi. Oysaki ATATÜRK, yokluk içinde bile neler yapılabileceğini ölmeden önce bize göstermişti.
1920 yılında 260 olan doktor sayısı, 1921’de 312’ye, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık memuru istihdam edildi. Salgın hastalıklarla mücadele için 1920 yılında, yabancıların hayal olarak nitelendirdikleri yerli aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka uygulandı. Sıtmalı yörelerde yerli kinin dağıtımı yapıldı. Frengi mücadelesi için, onca yetmezlik içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı.
Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak için, askeri doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak, sivil alanda görevlendirildi. 1921’de, bir yıl önce 3 milyon ünite üretilen çiçek aşısı miktarı 5 milyona çıkarıldı. Sivas’ta ki Aşı Üretim Merkezi genişletilerek, bir yıl gibi kısa bir süre içinde 537 kg. kolera, 477 kg. tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü halka uygulandı.
İstanbul ve Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji/kimya lab. aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezi kurularak, halk sağlığı merkezlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyon, Eskişehir, Niğde gibi illerde tıbbi temizleme (sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 kg. devlet kinini Ziraat Bankası aracılığıyla halka dağıtıldı.
Tüm bunlar, yoksulluk içinde süren Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusçu politika anlayışıyla gerçekleştirilen başarıların sadece bir kısmıydı. Bunlar, yokluk ve yoksulluk içinde bile ne gibi hamleler yapılabileceğinin ibret verici, hatta şimdiki bizleri utandırıcı, mahcup edici örnekleriydi.
01 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında, Osmanlı’dan(Tanzimat’tan) bu yana devralınan hurda ekonomi ile ekonomiyi bu hale getiren Batı’nın yaptıklarını Yüce ATATÜRK şöyle anlatıyordu: Başka türlü ifadesiyle yukarıda(son iki paragrafta) sağlanan gelişme hangi zor koşullarda yaratılmıştı, “Ülkemizin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomik yaşantımızı yine ekonomik yönden kapitülasyon zinciriyle bağladı.
Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar ülkemizde, bir de fazla olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı; kazanç vergisi bile vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı ve istedikleri koşullar altında yurdumuza sokuyorlardı. Bu nedenle, ekonomik hayatımızın tüm bölümlerinin mutlak egemeni olmuşlardı. Efendiler, bize karşı yapılan bu rekabet gerçekten çok gayri meşru, çok ezici idi. Rakiplerimiz bu şekilde endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da zarar’a uğrattılar; ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler…”
Birkaç paragraf önce de belirttiğimiz gibi, ATATÜRK; eşsiz vazife bilinci ve vatana hizmet aşkı içine hedefi, ekonomik bağımsızlık içinde toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ve onunda üzerine yükseltmekti. “Batı standartları” na değil. ATATÜRK Batı’yı örnek almak ya da Batı’yı hedeflemek şöyle dursun, Batı’ya karşı dikkatli olunmasını her vesileyle öğütlemiştir: “…durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, tüm dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki; yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir…” diyordu ATATÜRK, 06. Mart 1922 günü TBMM’nde.
ATATÜRK yabancı ülkelerle işbirliğine açıktı ama “taklitçi bir bağımlılığa” karşıydı; Batı’nın ne olduğunu iyi bilirdi, çağdaşlaşmadan yanaydı ama “Batıcı” değildi. Aralık 1921 yılında Batıyla ilgili şu sözleri, bu anlayışının en özlü ifadesidir: “İlkbahar’a dek şu üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanalıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir”.
Bu birkaç belgesel örnekten de anlaşılacağı gibi; Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, ATATÜRK’ün devrimci, yenilikçi ve yenileyici ruhundan aldığı hızla, türlü yokluk ve yoksulluk içinde çağdaşlaşmanın yolunu tutmuştu. O yüce insan tüm girişimlerinde; üstün inandırma gücü, kişiliğinin çekici etkisi, yılmaz kararlılığı ve türlü koşullara uyma yeteneği, onu başarıdan başarıya ulaştıran belli başlı niteliklerdendir.
Beşeri ilişkilerde; alçakgönüllülük, değerbilirlik, cömertlik, bağışlayıcılık ve hakseverlik gibi meziyetleri yanında; konuşkanlığı, şakacılığı, hazırcevaplığı ve hoşgörüsü ile çevresinde sürekli bir sevgi halkası yaratmıştır. Sağduyusu, yüksek özsaygısı, diğerkâmlığı (özgeciliği) ve insaniyetçiliği ile sadece Türk ulusunun değil, barışsever bir dünyanın da gönlünde yer etmişti ATATÜRK.
ATATÜRK gerek bu kişilik özelliklerinden, gerekse siyasi ve savaş alanlarındaki başarılarından dolayı yabancı yöneticilerin de saygısını kazanmıştı. Kurtuluş Savaşının yüksek prestiji ve savaş sonrası barıştan ve bağımsızlıktan yana kişilikli politikasıyla ATATÜRK, dost-düşman tüm dünya ona saygı duyuyordu.
ATATÜRK İngiltere, Rusya ve Yunanistan’la bile, hiçbir dönemde olmayan karşılıklı güvene dayalı dostluk ilişkileri kurulmuş, Balkanlar’da barış ve istikrar oluşturulmuştu. Doğu’da; Kafkasya, Irak, İran, Afganistan’a dek çok geniş bir alan, gerilimsiz bir barış bölgesi haline getirilmişti. Türkiye’nin o dönemdeki uluslararası saygınlığı o denli yüksektir ki, bu saygınlık Hatay sorununun çözümünü, diplomasi alanında benzeri olmayan anlamlı bir jest ile noktalanmasını sağlamıştı: ATATÜRK’ ün Hatay konusundaki duyarlılığını bilen Fransızlar; Hatay’la ilgili anlaşmayı, sağlığı iyice bozulan ATATÜRK’ ün, sonucu görmesini sağlamak için, dışişleri personelini tatil günü çalışmaya çağırarak imzalamıştı.
ÖNGÖRÜ ve ORDUYA GÜVEN
Trablusgarp’ta İtalyanları mağlup eden Türk ordusu ne yazık ki yeteri kadar desteklenmedi. “Orası artık bir ülke, bakamıyoruz, çekilelim…” diyen İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticileri yardım göndermediler. Arkasından çıkan Balkan savaşı’nı bahane ederek İtalyanlarla anlaşma imzalayıp çekildiler. ATATÜRK de ülkesine geri dönmek zorunda kaldı. Yalnız Derne’den yazdığı mektuplardan birinde, 1. Dünya savaşı’nı görmüş ve bu savaşa girildiğinde sonucun Türk milleti için iyi olmayacağını söylemiştir. İktidar da bulunan İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerini daha o zamandan uyaran ATA’yı kimse önemsememiş, hatta dinlememiştir. Ne yazık ki söylediklerinin hepsi gerçekleşti.
Mustafa Kemal’i 31 Mart olaylarından sonra, Yüzbaşı iken Selanik’ten tanıyan silah arkadaşı Tevfik Bıyıklıoğlu anlatıyor: “On saatten fazla at üzerinde dolaşmış olduğumuzdan, çok yorgunduk. Alay komutanımız, Mustafa Kemal ve öteki subaylarla birlikte yemek yedik. Alman subaylarda vardı aramızda.
Hepimiz dağılmaya hazırlanırken Yzb. Mustafa Kemal birden ayağa kalktı, “Arkadaşlar” diye söze başladı ve benden de Almancaya tercüme etmemi istediği konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını herkes dikkatle dinledi”:
ATATÜRK’ ün sözlerinin bu kısmında apaçık bir öngörü vardır. ATATÜRK’ü dinliyoruz:
“Türk ordusu için dâhili kavgada muvaffak olmak bir zafer değildir ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir adam ve Türk zabiti sıfatıyla sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem duyabilirim. Arkadaşlar bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Türk ordusu gün gelecek, Türk varlığını, Türk istiklalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz. İftihar edeceğiz. İşte o vakit Türk ordusu vazifesini yapmış olacaktır.”
SEZGİLERİNE GÜVENİ TAMDI
Mustafa Kemal, son Osmanlı padişahlarından olan Mehmet Reşat ile Almanya’ya gitmişti. Askeri üsler gezilirken, bir askeri üstte şereflerine uçaklarla gösteriler yapacaktı. 1. Dünya savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri üstte gösteri yapacak olan uçaklardan birine ATATÜRK’ün binmesi kararlaştırılmıştı.
Zamanı gelince uçağa doğru ilerlemekte olan Mustafa Kemal geri dönüp binmekten vazgeçtiğini söyledi. Israr etmelerine rağmen ATATÜRK fikrinden vazgeçmedi ve onun yerine bir Alman subayı bindi. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düştü ve içindeki Alman subayı öldü.
(Esas olan Türkiye’nin kurtulması olduğu için, ATATÜRK’ün uçağa binmesi engellendi… ATATÜRK, aşağıdakilerin tüm ısrarlarına rağmen sezgilerine uymayı yeğledi. Bu da onun içinin sesine olan imanının ve vicdanıyla sürekli işbirliğinin bir işaretidir. Olay, aynı zamanda bir prekognisyon örneğidir.)
YÜCE ATATÜRK’ÜN “Geldikleri gibi gidecekler!” ÖNGÖRÜSÜ…
Almanya hayranlığıyla 1. Dünya Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu her şeyini kaybetmiş durumdaydı. 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile Türk toprakları işgale uğruyordu. Haçlı seferleri bittiğinden bu yana Avrupa’dan yüzyıllar boyunca istilacılar gelememişti. Ancak 1918 sonunda İtilaf devletleri bu topraklara geldi.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybettiği gibi tarih sahnesinden de çekilmekteydi. İstanbul’un işgal edildiği günlerde, kente dönen Mustafa Kemal, düşman zırhlılarını Dolmabahçe önünde gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve sadece şu kehaneti söylemiştir: “Geldikleri gibi gidecekler.”
ATATÜRK’ÜN HABERCİ RÜYALARINDAN BİRİ
Mustafa Kemal zaman zaman gördüğü rüyalarla çeşitli olayları hissedebiliyordu; tıpkı annesi Zübeyde Hanım’ın vefatını hissetmesi gibi.
Tarih 14 Ocak 1923. gece yarısı, Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e giderek hem annesini, hem de Latife Hanım’ı görecek. Ama o gece çok sıkıntılı ve bir türlü uyku uyuyamıyor. Kompartımanın kapısı önünde Ali Çavuş nöbet tutmaktadır. O sırada şifreli bir telgraf gelmiş, şifresi çözülmemektedir. Birden içeriden ses gelir. Mustafa Kemal seslenmektedir. Çavuş kompartımanın kapısını açıp selam durur:
“Emret Paşam!”
Mustafa Kemal yatağına oturmuş telaşla sorar:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun?”
“Nöbet tutuyorum Paşam”
“Annemden bir haber var mı?” Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışır.
“Boşuna kıvranma Ali, benden bir şey saklamaya çalışma ben haberi aldım.”
“Ne haberi aldın ki Paşam? Hayır haber inşallah!” Mustafa Kemal rüyasını anlatmaya başlar:
“Az önce dalmışım; rüyamda yeşil bir ovada annemle el ele geziniyorduk. Her zaman olduğu gibi bana bir şeyler anlatıyordu. Birdenbire fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, annemi aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç…”
Ali Çavuş’u bir titremedir alır, derken Mustafa Kemal emir verir:
“Çabuk al getir şu telgrafı hemen.” Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz telgrafı getiren görevliyle karşılaşır. “Ver onu, Paşamız bekliyor.” Kâğıdı alıp içeri girer ve selam durarak “Sen sağ ol Paşam” der. “Millet sağ olsun” derken Mustafa Kemal ağlamaya başlar. Çavuş, “Ağlama Paşam” deyince, Mustafa Kemal:
“Neden? Ben insan değil miyim? Annem öldü. Ben buna ağlarım. Ama vatan kurtuldu. Bununla teselli bulurum. Benim için ikisi bir. Ben bunun için Namık Kemal’e ‘Bulunur kurtaracak bahtı kara kaderini’ diye cevap vermedim mi?” der.
ATATÜRK ve “19”
ATATÜRK’ ün yaşamında onun hemen hemen hepsi isabetli öngörülerinin yanı sıra “19” rakamının dikkat çekici bir yeri olmuştur. Bu gizemli rakam, her nasılsa, onun doğumundan başlayıp, ölümüne kadar yaptığı her işte tarih olarak ortaya çıkmıştır.
Beyin cerrahı Muammer Yüksel ile biyofizik uzmanı Dr. Erhan Kızıltan, bir bilimsel araştırma için bir araya gelip çalışmaya başlar. Bu araştırma için gerekli olan bilgisayar programını Dr. Erhan Kızıltan yazar. Programın çalışıp çalışmadığını denemek için o sırada bilgisayarda tam metni hazır olarak bulunan Atatürk’ün 15- 20 Ekim 1927 tarihleri arasında CHP kongresinde okuduğu Büyük Nutuk’unu programa koyarlar. Bir süre sonra, program Nutuk’un içinde her kelimenin kaçar kez tekrarlandığını ortaya çıkarır. İki bilim adamı, ilk olarak Nutuk’ ta:
19 rakamı Atatürk’ün hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü:
– Atatürk 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala 1881 de doğdu(1881, 19’un 99 katıdır.).
– 1881, Rumi takvime göre 1297’ye denk gelir(1 + 2 + 9 + 7= 19).
– Selanik’te doğdu. Selanik sözcüğü “ebced” hesabıyla(Arapçada her harfin sayısal bir değeri olduğunu belirten
hesap) değeri 171’dir(171, 19’un 19 katıdır).
– Nüfus kütüğünde sıra numarası 19’dur.
– Nüfus cüzdan numarası 999814’tü(Bu sayı 19’un 52306 katıdır).
– İstanbul Harp Okuluna 1900’de kayıt oldu(1900, 19’un 100 katıdır), bu sırada yaşı 19’du.
– Harp akademisine 57. devre olarak girmişti(57, 19’un 3 katıdır).
– Atatürk Harp Okulunu 20. olarak bitirdi. Subaylardan birisi yabancıydı. Bu nedenle mezun olan 19. subay oldu.
– Yüzbaşı olarak orduya katılış sırası 38’di(19’un 2 katıdır).
– Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynayan 19. tümeni kurdu.
– 19 Mayıs 1915’te Albay oldu.
– Komutanı olduğu alayın numarası da 38’di(19’un 2 katıdır).- Komutanı olduğu bir başka alayın numarası
57’ydi(19’un 3 katıdır).
– 19 Mart 1916’da Tuğgeneral oldu.
– 19 Aralık 1904’te Yıldız Sarayına çağrıldı.
– 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlattı. O zaman 38 yaşındaydı(yani 19’un 2 katı).
– Atatürk’ü Samsun’a götüren Bandırma vapurunun 19 yolcusu vardı.
– Samsun’da 19 gün kaldı.
– 4 Temmuz 1919’da Erzurum’a gitti, 19 gün sonra 23 Temmuz’da Erzurum Kongresini topladı.
– 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinden 114 gün sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gitti (114, 19’un 6 katıdır.
– Milli Mücadeleye başlaması için komutanlarıyla yaptığı konuşmanın tarihi 19 Kasım 1919’du.
– TBMM’nin kurulmasına 19 Mart 1920’de karar verdi.
– 19 Eylül 1921’de Mareşallik ve Gazilik unvanı aldı.
– Gençliğe hitabede 19 cümle vardır.
– Mustafa Kemal Atatürk adında 19 harf var.
– Atatürk’ün Latife Hanım ile olan evliliği 912 gün sürdü(912, 19’un 48 katıdır).
– 10 Kasım 1938’de öldü.(1938, 19’un 102 katıdır).
– 57 yıl yaşadı(19’un 3 katıdır).
– Yaşamının ilk 19 yılında askerliğe hazırlandı. İkinci 19 yılında asker olarak hizmet verdi. Üçüncü 19 yılında ise
ülkenin kurtarıcısı ve devlet başkanı olarak görev yaptı.
– Öldüğünde yatağının altında bulunan otomatik silahta 19 mermi vardı.
– Cenaze namazı 19 Kasım 1938’de Dolmabahçe camiinde kılındı.
– Atatürk’ün ölümü üzerine silah arkadaşı İsmet İnönü’nün Türk milletine yazdığı beyanname 19 cümledir.
– Cenazesinde çalınan Chopin’in cenaze marşının numarası 19’dur. Bu marşta 19 nota vardır.
– Miras olarak 19.000lira bırakmıştır(yani 19’un 1000 katı)
– “Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesi 19 harftir.
– “İstikbal göklerdedir” cümlesi de 19 harftir.
– İstanbul Akaretlerde kaldığı evin numarası 19’dur.
İşte bu nedenle, Nutuk’ta 19’ar kez tekrarlanan kelimelerden bir metin oluşturan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, Osmanlıca sözcükleri günümüz Türkçesine çevirir, bazı eksik cümleleri, anlamını bozmayacak şekilde tamamlar. Sonuçta ortaya şu şaşırtıcı metin çıkar:
“Tüm seçkin temsilciler; millete hizmet etmek yerine, görevlerini yerine getirmemektedirler. Bunların kanunlara bilfiil uymaları gerektiğini belirtiniz. Şunu söyleyiniz: yakın zamana kadar mevcut faaliyetleri başka gözle görmeye çabalayanlar artık durumun farkına varmışlardır. Kumandanların (Askerler ve Yöneticiler) hizmet etmelerine siz engel oluyorsunuz. Olayları tam olarak düşünen her kişi bunun nedeninin, hükümet olduğunu görür.” “Tüm Başbakanlık sistemi bizce suiistimal edilmektedir. Toplanacak taraflar sayıca az olsa bile azami sayıdaki düşmanın karşısında durmalıdır. Bu çağrıyı yapması gereken yüzbaşılardır. Büyük şerefli cephe düşünülmelidir.”
Bu metin iki bilim adamını çok şaşırtır. Çünkü günümüz Türkiye’si ile ilgili ipuçları vermektedir. Bir başka deyişle Atatürk, 100 yıl önceden Türkiye’de olup bitecekleri görmüş gibidir.
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, araştırmaları sırasında 19’ar kez tekrarlanan (Türkçe) sözcükler de bulur. Bu sözcüklerle oluşturdukları metin ise, Türkiye’deki bölücülük hareketlerinin ne aşamaya geleceğini 100 yıl önceden gösterir gibidir.
“Maksadın anlaşılıyordu. Tarihi vilayetin ahalisini bölüp Diyarbakır Kürt devletinin kurulmasına yol açmak. Memleketin içinde bulunduğu durum kesinlikle birisinin duruma müdahale etmesini gerektirecektir. İçinde bulunulan somutsuz koşullar gereğince bağımsız guruplar harekete geçecektir. Yirmi vakit sonrasında bu değerlendirmeyi kim yapacak ve eyleme geçecektir.”
Bu metin de yer alan “Yirmi Vakit” ifadesini ilgi çekici bulan iki bilim adamı bir araştırma yapar. Vardıkları sonuç şaşırtıcıdır.
Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak için yola çıkan Abdullah Öcalan PKK’yı 1978’de kumuştur. Öcalan 1999’da yakalanmıştır. Bir başka deyişle eylemlere başladığı yıl ile yakalandığı yıl arasında 21 sene vardır. Bu da Atatürk’ün “Yirmi Vakit” deyimine uygun bir zamandır. İki bilim adamının yorumuna göre, bu 20 vakit dolmuştur.
Ve ülkenin bölünmesini engellemek için eyleme geçilmesi zamanı gelmiştir. Nutuk’ un 2 bölüm halinde kitaplaştırıldığını göze alan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, kitabın belgeler bölümünde de 19’ar kez geçen sözcükleri arayıp bulur ve yeni bir metin ortaya çıkarır.
“Düşündüklerini açıkça söyleyen pek çok kişinin ortak fikri; hükümetin bu gün dünyaya yakın durmasının asıl nedeninin, seçimle kendilerine verilen gücü kullanarak, sisteme resmen aykırı fikirleri uygulamaya çalışmasıdır. Gerçek Ankara’nın dikkatini çekmek zorundadır. Rüşvetçi valilerin (yöneticiler) Cumhuriyet ilkeleri yerine, kendi çıkarlarına yönelmeleri müdahaleyi gerektirir.”
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan bu son metnin günümüz Türkiye’sini anlattığını düşünüyor. İki bilim adamı bu çalışmayı kitap haline getirdi. Kitap’tan çıkan ve “Nutuk’taki Gizli Hitabe” adını taşıyan kitabın önümüzdeki günlerde epey tartışma yaratacağı ortada. Çünkü kitapta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin hangi anlama geldiği ve hitabedeki uyarıların hangi zaman diliminde geçerli olacağı da yine 19 formülü ile açıklanıyor.
Sonuç olarak; Zamanın ilerisindeki adam olarak nitelenen Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün 100 yıl önce yazdığı Nutuk, günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu çok net olarak ortaya koyuyor.
DAHA YÜZBAŞI İKEN, KİMLERİN HANGİ MAKAMLARDA BULUNACAĞINI BİLİYORDU…
Mustafa Kemal yüzbaşıyken, Selanik’te arkadaşlarıyla eğlenip yemek yerken, konuşmaları arasında hepsine birer makam dağıtırdı. Arkadaşları onun şaka yaptığını düşünür ve eğlenirlerdi. Sonra da ona sorarlardı:
“Peki, sen ne olacaksın?” O da şöyle yanıtladı: “Sizlere bu rütbeyi, makamı veren şahıs olacağım.”
O zamanlar söyledikleri zamanla gerçek olmuştur. Burada şu noktayı da anımsamakta yarar var: Mustafa Kemal soy olarak Osmanlı hanedanından gelmemektedir. Saraydan bir prensesle evlense bile asla tahta çıkma ihtimali yoktur; çünkü tahta çıkma hakkı sadece Osmanlı hanedanının erkeklerine verilmişti. Sonuçta hanedanın soyundan gelen erkekler padişah olabiliyordu.
Biz yine onun öngörülerine (precognition) geri dönelim. Örneğin, kendisinden daha kıdemli bir asker olan Fethi Okyar Bey’e “Seni sadrazam yapacağım” demişti. Yani başbakan olacağını açıklamıştı. Yıllar sonra Fethi Bey başbakanlık ve parti başkanlığı görevini Mustafa Kemal’den aldı. Görev yaptı. Olayın ilginç tarafı, ATATÜRK bu öngörüsünü söylediği zaman Fethi Bey Binbaşı, Mustafa Kemal önyüzbaşıdır. Onun bu davranışlarını alaya alanlar olurdu. Yine kendisine sormuşlar ve yine aynı yanıtı almışlardı:
“Ben mi… Ben sizleri bu mevkilere getiren insan olacağım.”
Bu öngörü, ister istemez bizlere şunları düşündürüyor: Bunları söylediği ve düşündüğü tarihler 1907- 1908 yıllarıdır. O zaman şu da açıklığa kavuşuyor: Zamanı gelince cumhurbaşkanı olacağını biliyordu.
YARARLANILAN ESERLER:
- ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
- BİTMEYEN OYUN, Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
- ATATÜRK’ü ANLAMAK, Akif. H. PAR + M. Agâh ÖNEN (Serhat Yayıncılık).
Kaynak: Astroset