SembolizmSpiritüalizm

Rüyalar ve Semboller

 

Ruhu anlamada rüyalar niçin bu kadar önemlidir?

Rüyaların kaynağı nedir?

Rüyalarımızı nasıl analiz edebilir ve kişisel gelişimimiz için onlardan nasıl yararlanabiliriz?

Jung –  Kilit Fikirler 

RÜYALARIN ÖNEMİ:

Rüyalar, tüm yaşamı boyunca Jung için son derece önemli olmuştur. Rüyalar, Jung analizinin kilit yönlerinden birini oluşturur; ona göre, tıpkı düşüncelerimiz gibi, rüya, arketip ve öteki zihinsel imgelerin de kendi ayrı ruhsal gerçeklikleri vardır. Bunlar bize, “bizim” asla düşünemeyeceğimiz çok değerli kavrayışlar kazandırabilir.

Jung, bunun nasıl işlediğini anladığını iddia etmemiştir; aslına bakılırsa, kendisine ait herhangi bir rüya kuramının olmadığını ve rüyaların kökeninin ne olduğunu bilmediğini söylemiştir.

Bununla birlikte, Jung rüyaların yerine getirdiği çeşitli işlevlerin olduğunu belirtir:

  • bilinçli zihnin bir biçimde kusurlu ya da çarpıtılmış alanlarının telafisi işlevini görmek
  • kolektif bilinçdışından arketipsel anıları geri getirmek
  • yaşamlarımızın bilinçli olarak farkında olmadığımız iç ve dış yönlerine dikkat çekmek.

Jung’un rüyalar hakkındaki fikirlerinde Freud’un büyük etkisi vardır. Ruhu irdelemeye yönelik araçlar olarak rüyaların değerini ilk fark eden kişi Freud’du ve onun kuramları Jung’a kendi kuramlarını keşfedip geliştirmek için bir başlangıç noktası oluşturdu. Bu kez öncü olan Freud’du, Jung ise onun keşfettiklerini geliştirmişti. Freud, rüyaları nevrotik semptomlar olarak görüyordu; büyük bir olasılıkla bunun nedeni, hastalarının hemen hepsinin gerçekten de nevrotik olmasıydı.

Freud’un belirttiğine göre, rüyalar, bastırılan arzuların sembolik yoldan giderilmesidir. Bu arzular çoğunlukla cinsel niteliklidir. Bir rüyada simgeleştirilmiş gizli arzuyu irdelediğimizde, kişinin nevrozunu açığa çıkarmaya başlayabiliriz. En basit biçimiyle bir rüya, doğrudan bir arzuyu dile getirir; örneğin aç olan kişi, rüyasında yiyecek görecektir. Freud, rüya görmeyi büyük ölçüde çocukluğa ve hayatlarımızın o döneminde egemen olan içgüdüsel güç ve imgelere gerileme biçimi olarak görüyordu.

Gerçekten de, Freud bunların çoğunlukla çocukluktaki cinsel dürtülerin dışavurumları olduğunu düşünüyordu. Bu dürtüler kabul edilemez olduğu için bastırılıyordu; dolayısıyla, rüya çok önceleri üstü örtülüp bastırılmış şeyleri dile getirmenin sansürlü bir biçimidir. Freud’a göre, kişinin yaşamındaki yakın tarihli olaylar ve arzular rüyalarda küçük bir rol oynar; genellikle bunlar, bir biçimde erken bastırılmış arzulardan birini tetiklemişlerse belirirler.

Freud’un kuramına göre, rüyalar imkânsız olanın gerçekleşmesini sağlar ve uyanık hayatın olağan ket vurmalarını bir yana iterler. Uyku sırasında, yasak arzular bilinçdışından yükselir; normal olarak, uyanık saatlerde bu arzular bilinçdışında denetim altında tutulur. Bilinçli zihne ulaşmaya çalıştıklarında, beyin onları gözden geçirip rahatsız edici içerikleri olduğuna karar verir, dolayısıyla uyuyan kişiyi rahatsız etmesinler diye bastırılmaları gerekir.

Şu halde, rüyalar, kişi uyumaya devam edebilsin diye, gizli arzuları farklı biçimde dile getirmek üzere oluşturulur. Demek ki, Freud rüyaları huzur içinde uyumamızı sağlayan nöbetçiler gibi görmektedir.

Jung, rüyanın altında her zaman bir fikir ya da niyetin yattığını düşünüyordu; Rüya, kişinin içsel hakikatini ve gerçekliğini, zorunlu olarak o kişinin olmasını dilediği gibi değil, gerçekte olduğu gibi gösterir. Jung, Freud’un kuramının aşırı derecede basite indirgeyici olduğunu; keza rüyaların bastırılmış arzuların düşsel giderilmelerinden ibaret olduğu fikrinin tümüyle eskimiş olduğunu söylemiştir.

Jung, rüyalarda dile getirilen kaygıların çok daha geniş kapsamlı olduğunu düşünüyordu; bunlar hakikatleri, çılgınca düşlemleri, anıları, umutları ve korkuları, hatta telepati imgelerini ve çok daha fazlasını içerebilir. Jung’a göre, rüya bilinçdışı kökenli önemli bir ileti olup, kişiye bireyleşme sürecinde yardım etmenin anahtarı işlevini görebilirdi.

Freud, bir serbest çağrışım sürecini başlatmak için rüyalardan önemli başlangıç noktaları olarak yararlanıyordu; bir hastanın rüyasındaki belirli bir sembolü alıyor ve bunun çağrıştırdığı düşünceler zincirinin nereye götürdüğüne bakıyordu. Jung, bu yaklaşımın çeşitli nedenlerden ötürü oldukça sınırlı olduğunu düşünüyordu:

  • Bu yaklaşım, birçok rüyanın içerdiği zengin sembolizmin ve imgeler bütününün değerini düşürür.
  • Bu yaklaşım, çoğu zaman kişiyi bütünüyle amacından, rüyanın özgün anlamından uzaklaştırır.
  • Rüya, bilinçdışının iletmeye çalıştığı bir şeyleri dile getirir. Bu yüzden Freud’un yaptığı gibi, ana eksenden uzaklaşarak rüyanın ayrı ayrı bileşenlerini analiz etmektense, asıl içeriğine bakmak daha önemlidir.

Jung, kişinin ne söylediğine kulak vermemiz ve rüyayı o kişiye özel bir şey olarak değerlendirmemiz gerektiğini belirtiyordu. Kişinin bütün kişiliğini ve ruhsal gerçekliğini bilmek ve anlamak için, rüyaların ve sembolik imgelerin çok önemli bir işlevinin olduğunu fark etmek son derece önemlidir. Jung, bu kavrayışı, insan psikolojisine ilişkin anlayışından bir dönüm noktası olarak görüyordu.

Jung, Freud’un dile getirdiği bir görüşe katılıyordu: Çoğu zaman rüyalar, genellikle komplekslerin işin içinde olduğu duygu-heyecan sarsıntılarından kaynaklanır. Bu kompleksler, ruhta dış uyarana ya da rahatsızlığa kolayca tepki veren can alıcı noktalar gibidir. Bununla birlikte, Jung komplekslerin sözcük çağrışım testleri, meditasyon ya da konuşma aracılığıyla da keşfedilebileceğini belirtiyordu; bu kompleksleri açığa çıkarmak için bir rüyayı beklemek gerekmiyordu.

Freud, rüyaların bir “açık” içeriklerinin (rüya onun hakkındaymış gibi görünür), bir de “gizli” içeriklerinin (rüyanın asıl, gizli anlamıdır) olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla, bu gizli anlamı bulmak, ruhun gizlerini açığa çıkaracaktır.

Jung’un rüyaların bastırılmış malzemeyi gizlemekten ibaret olduğunu kabul etmesi olanaksızdı ve Freud’un açık içerik olarak adlandırdığı şeyin, aslında rüyanın bütün anlamı olduğunu söylüyordu. Bu içeriğin sembolik biçim içinde dile getirilmesinin tek nedeni, bilinçdışının sembollerle iş görmesi, dolayısıyla fikirlerini bilinçli zihinlere bu yolla aktarmaya çalışmasıydı. Bilinçli zihin sembollerden çok sözcüklerle düşünme eğilimi gösterdiğinden, rüyalarımızın sembolik içeriğini, daha kolay anlayabileceğimiz bir biçime çevirmemiz gerekir.

Freud ile Jung’un rüyalar konusundaki farklı kuramsal yaklaşımları, sonunda ikisi arasında baş gösteren yol ayırımında bir başka kilit etmendi. Jung zamanla Freud’dan farklı düşündüğünü kabullenip kendi fikirlerini geliştirdi. Ama aslında Jung, ruhun gelişimi hakkındaki kuramlarında olduğu gibi, rüyalar hakkında da Freud’un yapmaya çalıştığının aksine hiçbir zaman net bir kuram oluşturmadı. Jung, rüyalarla çalışma tarzının bir “yöntem” sayılıp sayılamayacağından bile emin değildi. Ne var ki, bu rüyaların bireyleşme sürecinde son derece önemli olduğunu düşünmediği anlamına gelmiyordu.

SEMBOLLER:

b

Freud, bir rüyanın içeriğinin büyük bölümünün semboller aracılığıyla gizlendiğini düşünüyordu. Rüyalardaki Freudyen semboller, psikanalitik düşüncenin en iyi bilinen yönlerinden biri haline gelmiştir. Freud, sembollerin bütün insanlarda ortak, değişmez anlamları olduğuna inanıyordu, dolayısıyla belli koşullarda bir rüya, rüyayı gören kişiye sorular sorulmadan da yorumlanabilirdi (rüyayı görenin kişiliği, yaşam koşulları ve rüyayı görmeden önceki izlenimleri hakkında bir şeyler bilinmesi koşuluyla).

Jung da, rüyalarda beliren sembolizmle ilgileniyordu, ama ona göre bilinçdışı  zihnin ürettiği sembollerin, Freud’un sandığından çok daha derin bir anlamı vardı. Jung, kendisinin ve hastalarının rüya ve düşlemlerinde beliren tuhaf mitolojik fragmanların, zengin bir arketipsel sembolizm içerdiği sonucuna varmıştı.

Çoğu zaman bunların nitelik olarak son derece kutsi olduğunu görüyor, bu yüzden bunların ruhun gelişimi açısından çok önemli olduğunu düşünüyordu. Aslına bakılırsa Jung, Freud’un sembollerinin gerçek semboller olduğuna bile inanmıyordu; bunlar, zaten bilinen ve evrensel olarak tanınabilen şeyleri temsil etmek üzere kullanılan “göstergeler”den ibaretti.

Sembol, göstergenin aksine, belirgin gündelik anlamına ek olarak özel çağrışımlar içeren bir terim, ad ya da imgedir. Örneğin, gökkuşağı gelecek güzel şeylere yönelik sevincin ve umudun simgesi olabilir. Semboller çoğu zaman rüyalarda kendiliğinden belirir, sembolik düşünceler, eylemler, hatta durumlar olarak da ortaya çıkabilirler. Kimi zaman sembolik olaylarda cansız nesneler karşımıza çıkar, örneğin biri öldüğünde sembolik olarak duran saat gibi.

Birçok sembol, yalnızca birey için değil, bir grup olarak toplum için de anlamlıdır. Bunlar çoğunlukla dinsel sembollerdir -Hıristiyan dininde dört İncil yazarını temsil eden öküz, aslan, insan ve kartal gibi. Çoğu zaman hayvanlar dinsel semboller olarak ortaya çıkar: Örneğin, Mısır mitolojisinde tanrılar çakal, şahin, kedi vb. hayvanların niteliklerine sahip olarak temsil edilir.

Bu tür sembolizm, sözcükleri aşan fikirleri dile getirmek için kullanılır. Tipik dinsel sembollerin kökeni, çoğu zaman tanrıların kendilerine atfedilir, ama Jung onların aslında doğal ilksel rüya ve düşlemlerden kaynaklandığını söyler. İlksel, eski ya da ilkel demektir; başka bir deyişle, Jung birçok dinsel sembolün kökeninin kolektif bilinçdışı olduğuna dikkat çekiyordu.

Jung, rüyaları uyku sırasında ortaya çıkan düşlemler olarak görüyor ve benzeri bir sürecin biz uyanıkken bile bilinçdışı olarak sürüp gittiğini belirtiyordu; özellikle, bastırılmış ya da bilinçdışı çatışmaların etkisi altında olduğumuzda. Gerçekliğe ilişkin algımızın önemli bir bölümü bilinçaltı düzeyde sürüp gider, çünkü sürekli olarak öyle çok uyaran bombardımanına tutuluruz ki, çevremizde olan her şeyi kaydedemeyiz. Bu, aslında bilinçli olarak kaydettiğimizden çok daha fazla olay algıladığımız anlamına gelir. Kimi zaman bu olaylar daha sonra, belki bir sezgi anında ya da bir rüyada, bilinçdışından yüzeye çıkar. O zaman duygu-heyecanla ilgili bir anlamı olduklarını ya da başka bir öneme sahip olduklarını fark ederiz.

Jung şunu belirtir: Rüya sembolleri çoğunlukla ruhun bilinçli zihnin denetimi ötesindeki alanına özgü dışavurumlardır. Jung, ruhun kendiliğinden semboller oluşturma tarzını, bir bitkinin kendi çiçeklerini oluşturmasına benzetir. Dolayısıyla, Jung rüyaları, Freud’un inandığı gibi nevrotik semptomlar olarak değil; daha çok, doğal ruhsal faaliyetin ve büyümenin kanıtı gibi görür. Rüyalar, ruhun çatışmaları çözmesine ve bu çatışmaları yeni bir bakışla kavramasına yardımcı olur; rüyaların sembolik içeriğinin, ruhu iyileşme ve bütünleşmeye doğru götüren aşkın bir niteliği vardır. Bu Jung için o kadar önemliydi ki, sembollerle çalışmayı analizdeki kilit unsurlardan biri olarak görmüş ve insanları her zaman rüya ve düşlemlerinde kendiliğinden beliren sembollerle yaratıcı şekilde oynamaya ve bunları daha da geliştirmeye teşvik etmiştir. 

RÜYALARIN KÖKENİ:

Jung, rüyaları iradenin denetimi altında olmayan, bütünüyle doğal olgular olarak görüyordu. Rüyaların her zaman, bilinçli zihnin gereğince anlamadığını bir şeyleri dile getirmeye çalıştığını belirtiyordu.

Rüyaların çok farklı nedenleri olabilir; Jung da, aşağıdakiler de dâhil olmak üzere, olası çeşitli nedenleri olduğu kanısındadır:

  • Fiziksel nedenler, örneğin yatmadan önce çok fazla yemek yeme.
  • Anımsama, çok uzak geçmişten bir anı ya da önceki günün olaylarını zihinden geçirme söz konusu olabilir.
  • Dengelemeler, bunlar kişinin uyanık yaşamda yoksun olduğu şeyleri dengelemeye yöneliktir. Bu tür bir rüya, gizli bir arzu ya da çatışmayı aydınlatabilir. Tekrar tekrar görülen rüyalar, çoğu zaman kişinin yaşamaya yönelik tutumundaki belli kusurları dengelemeye çalışır. Bu tür çatışmalar, çocukluktan geliyor olabilir.
  • İleriye bakma, bu tür rüyalar arasında uyarı rüyaları, gelecek olaylara ilişkin endişelerimizi yansıtan rüyalar ve daha gizemli öngörü rüyaları yer alır. Çoğu zaman yaşamlarımızdaki krizler de olabilir ki bu krizlerin fiilen meydana gelmeden önce uzun bir bilinçdışı tarihleri vardır.
  • Kahince rüyalar, Jung bunları “büyük” rüyalar olarak da adlandırır. Bunlar, rüyayı görene kutsi ve son derece önemli hissi veren rüyalardır; atalarımızın tanrılardan gelen iletiler olarak yorumlayacakları türden rüyalardır.

Jung, rüyaların kısmen çocukluk dönemine ait malzemeyle ve rüyayı görenin yaşamındaki yakın tarihli olaylarla örüldüğü konusunda Freud’a katılıyor, ama üçüncü bir kaynağın olduğunu da fark etmeye başlıyor. Nasıl insan embriyosu evrimsel yolculuğunu yapar. Dolayısıyla, rüyalar çocukluğa ve ötesine -kolektif bilinçdışının en ilksel güdülerine- uzanan geçmiş anıları anımsamamızı sağlar.

Freud’un daha önce belirttiği gibi, bazı durumlarda, geçmiş olayları anımsama, bebekliğe ait anılardaki boşluğu doldurup yetişkin ruhuna denge ve zenginlik getirerek son derece iyileştirici olabilir. Kişi analizde ne kadar ilerlerse, rüyaları o kadar karmaşık ve simgesel hale gelme eğilimi gösterir. Jung, rüyaların kişisel yaşamın ve kişisel yaşama özgü deneyimlerin ötesine, kolektif ve mitolojik alanına uzanmaya başlayabileceğini görmüştür. Ayrıca Jung, rüyaları ruhun genel dengesine katkıda bulunan doğal oluşumlar olarak gördüğü gerçeğini asla göz ardı etmemiştir.

RÜYALARDA ARKETİPLER:

Jung, bireyi insanlığın ruhsal tarihi bağlamında anlamanın, aynı zamanda o bireyin yaşam deneyimine bakmanın önemli olduğunu vurgulamıştır. Demek ki, analist mitolojiyi iyice kavramış olmalı ve kişisel rüyalar konusunda deneyim sahibi olmalıdır. Rüyalarda beliren arketipsel imgeler ve figürler, arketipin kendisi değildir, yalnızca onun temsilleridir.

Örneğin, Meryem Ana’nın görüldüğü bir rüya, Tanrı’nın annesini ya da insan beynine işlenmiş temel bir kalıp olan tanrıça arketipini temsil etmenin bir yolu olabilir. Bu arketipsel kalıplar insan güdüleriyle yakından bağlantılıdır. Güdüler, normal duyularla algılanabilen, ama sembolik imgeler olarak da kendini gösterebilen -bunlar birer arketiptir- fizyolojik dürtülerdir. Başka bir deyişle, arketip, güdünün enerjisine belirli bir biçim verir, bu da onu anlamamızı kolaylaştırır.

Jung, çoğunlukla rüyaların, homeostaz ilkesine uyarak dengeleyici tarzda iş gördüğünü belirtir. Ruhsal enerjimiz bir yöne doğru fazlaca eğilim gösterirse, o zaman rüyalarımızda arketipsel bir imge görünüp bize dengesizliğin nerede olduğunu gösterebilir. Bilinçdışı, egoya bu yolla ulaşır. Dolayısıyla, bir rüyayı analiz etmeye başladığımızda, rüyanın hangi bilinçli tutumu dengelediğini kendimize sormamız genellikle yararlı olur.

Örneğin, kendimizi terk edilmiş ve bir biçimde yardıma muhtaç hissediyorsak, rüyamızda bize yiyecek veren bir Tanrısal anne arketipini görebiliriz. Bu figür karşımıza annemiz olarak ya da belki bir aşçı ya da okul kantininde aşçılık yapan bir kadın olarak çıkabilir.

Jung’un bu yolla dengeleyici enerjileri keşfedip serbest bırakma fikri, Freud’un indirgeyici yönteminden -rüyaları çocuklukta yaşanan cinsel travmayı gizleyen imgelere indirgeme- çok daha önemlidir. Jung’un yaklaşımı bize, yalnızca geçmişi açıklamak yerine mevcut an ve gelecek üzerinde çalışma olanağı verir. İşin ilginç yanı, arketiplerin çok sık olarak çocukların rüyalarında – Jung’un kendisinin gördüğü fallus rüyası gibi- belirmesidir.

Jung, on yaşındaki bir kız çocuğunun kaydedip çizdiği bir dizi rüyayı örnek gösterir. Bu rüyalardaki arketipsel içerik çok güçlüydü ve Jung’un saptayabildiği kadarıyla, kızın ailesinin sahip olduğu mitolojik fikirler ya da dinsel inançlarla bağlantılı değildir. Bu da, Jung’un arketiplerin doğuştan geldiği fikrini destekler.

RÜYALARI ANALİZ ETME:

c

Jung’a göre rüya, ayrıştırmaktan çok, bir bütün olarak değerlendirmemiz gereken karmaşık, sezgisel bir yapıdır. Demek ki, amaç, rüyayı yorumlamaktan çok, rüyadaki imgelere bakarak rüyanın kapsamını genişletmek ve rüyayla bağlantılı genel ruh halini ve hisleri belirlemektir. Sonra rüyadaki her imge tek tek değerlendirilmeli, imge her zaman rüyayı görenin yaşamı bağlamında ele alınmalıdır.

Diyelim ki, biri rüyasında, kapıya vurmak için bir değnek kullandığını görmüş olsun. Freud’a göre, değnek açık bir cinsel semboldür, ama Jung bu rüyanın bütünüyle başka bir anlama gelebileceğini belirtir. Bilinçdışı, kasten bu özel sembolü seçmiştir ve analistin görevi bunun nedenini bulmaktır.

Düşme ve uçma gibi yaygın rüya konuları bile, görülen rüya çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her rüya, bireyin ruhundan, belirli koşullara ve duygu-heyecanlara tepki olarak doğar. Bu yüzden, rüya yorumu için genel kurallar belirlemek mümkün değildir, biz de bir başkasının rüyasına asla anlam dayatmamaya özen göstermeliyiz.

Bir başkasının rüyasını asla bütünüyle anlayamayız, bu yüzden kendi çağrışımlar akışımızı denetlememiz son derece önemlidir. Dolayısıyla:

  • rüya her zaman bir olgu olarak ele alınmalıdır; onun hakkında ön varsayımlarda bulunmamalıyız.
  • rüya, kaynağını bilinçdışından alan, nasıl olduğunu doğrudan göremesek de, bir biçimde anlamlı olan belirli bir oluşumdur.
  • hangi bilinçdışı iletinin belirmeye çalıştığını bulmaya çalışmak için rüyanın içeriğini baştan sona keşfetmemiz gerekir.

Jung bir noktayı vurgular: Semboller her zaman doğrudan görünür olandan fazlasını ilettiklerinden, onları tek bir anlama indirgememek önemlidir. Bunun yerine, rüyaların üzerinde durmalı, anlamlarının değişik yönleri üzerinde düşünmeli ve her zaman birey için ne anlama geldiklerini hesaba katmalıyız. Rüyalar seri halinde belirme eğilimi gösterir; her ayrı rüya, altta yatan iletiyi biraz farklı bir yolla iletir.

Jung, genel olarak, yorum için bir dizi rüyanın tek rüyadan daha yararlı olduğunu görmüştür. Bunun nedeni, önemli noktaların yinelemeyle daha açık hale gelmesi, yorumdaki yanlışların çoğunlukla bir sonraki rüyayı analiz ederek düzeltilmesidir. Bunun yanı sıra, ruh üzerinde durduğu sorunu yavaş yavaş çözerken, ilerlemeyi gözleyebilme olanağı buluruz.

Bir rüyaya çeşitli yollarla yaklaşabiliriz:

  • Nesnel olarak -rüya, kişinin dış dünyadaki gerçek yaşamı çerçevesinde değerlendirilir. Sözgelimi, rüyamızda arabamızın bozulduğunu görmüşsek, rüya bize arabamızı servise götürme vaktinin geldiğini anlatıyor olabilir.
  • Öznel olarak -rüya, kişinin kendi kişiliği içinde temsil ettiği şey çerçevesinde değerlendirilir. Bu kez araba bizi temsil ediyor olabilir -belki bilinçdışı zihnimizi uyaran gizli bir sağlık sorunu söz konusudur ve artık doktora gitme vakti gelmiştir.
  • Kolektif olarak -rüya kutsi, arketipsel semboller içeriyorsa, o zaman kolektif bilinçdışı ve mitolojik yorumlara bakabiliriz. Bu kez araba bizi yaşam yolculuğumuzda taşıyan bir araç olabilir, rüya da ruhsal ilerlememize dikkat etmemiz gerektiğini işaret ediyor olabilir.

Elbette, rüyalarımızdan birçoğunun ancak parçalar halinde anımsarız, ama Jung bazı rüyaların, kişiye özel küçük bir dram olarak değerlendirilebilecek bütün bir hikâye şeklinde anımsanabildiğini söyler. Jung kimi zaman öyküyü dört evreye bölmeyi yararlı bulmuştur:

  • Serim – serim, oyunun başlangıcı ya da girişi gibidir: Sahneyi oluşturur ve ana karakterleri tanıtır.
  • Olay örgüsünün gelişimi -bu bütün başarılı yazarların kullandığı bir araç olup, amacı nelerin olacağını merak etmemizi sağlamaktır.
  • Doruk noktası -bu noktada belirleyici bir şeyler olur ya da tam bir değişim meydana gelir.
  • Lysis -bu, sonuç ya da çözümdür. Sonuca bazen, rüya üzerinde çalışarak ancak geç aşamada ulaşılır.

Rüyayı bu şekilde evlere bölmek, rüyayı daha bütünsel olarak anlamamıza yardımcı olabilir. Şu tür sorular sorarak başlayabiliriz: Niçin rüya geçtiği yerde geçiyor ve niçin rüyada belli karakterler beliriyor? Aynı ortam ve karakterlerin biraz farklı şekillerde belirdiği seri rüyaları gözlemek de ilginçtir.

Bu, bir sorunun özüne giderek daha çok yaklaşmaya çalışan ve onu bize farklı açılardan sunan bilinçdışını gösteriyor olabilir. Biz sorunun aslına yaklaştıkça, bir serinin daha sonraki rüyalarında doruk noktası oldukça farklı olabilir.

JUNG’UN EV RÜYASI:

Jung, bir evle ilgili kendi rüyasını örnek verir ve bir başka kişinin rüyasını yorumlamasının olası risklerinden bazılarını betimlemek üzere bundan yararlanır. Jung rüyasında değişik katlarıyla bir evi keşfetmektedir. Keşfe,   18 yy. üslubunda döşenmiş olan birinci kattan başlamıştır. Bunun altındaki zemin katı karanlıktır ve 16 yy. üslubunda döşenmiş gibi görünmektedir.

Jung evin ne kadar aşağısına inerse, katlar o kadar eski dönemlere özgü hale gelir; Roma dönemine ait bodrum katına kadar bu böyle sürer. Bodrum katında büyük bir yassı taş vardır; bu taştan aşağısı, tarih öncesi dönemden kemik ve kafataslarıyla dolu bir mağaradır.

Jung, rüyayı analiz ettiğinde, bunun bir tür kendi yaşamının özeti olduğunu fark etmiştir. Jung, yaklaşık 200 yıllık bir evde büyümüştür ve annesiyle babasının tutumu birçok açıdan Ortaçağa özgüydü. Aşağı düzeyler, antik tarihe ve paleontolojiye olan tutkulu ilgisini gösteriyordu.

Ne var ki, Jung bu rüyayı Freud’la tartıştığında, Freud kafatasları imgesine takılmış, defalarca bunlara geri dönmüş, Jung’dan ısrarla bunlarla bağlantılı bir dileğini keşfetmeye çalışmasını istemiştir. Jung çok geçmeden, Freud’un gizli bir ölüm dileğini ima ettiğini fark etmiştir.

Jung bunun kendi özel dünyasını konu alan kendisine ait bir rüya olduğu sonucuna varmıştır. Bu önemliydi, çünkü rüya analizinin, katı kurallara uyarak öğrenilip uygulanabilecek bir teknik olmadığını anlamıştı; rüyanın, iki kişi arasındaki tartışma aracılığıyla yorumlanması gerekiyordu.

Her zaman tehlike, analistin yorumunun hastanın yorumunu bastırması olasılığıdır. Jung, aynı nedenden ötürü hipnozdan vazgeçmişti: Hipnoz, terapiste hasta üzerinde çok fazla denetim olanağı veriyordu.

Kimi zaman bir rüya ya da görü, kişi onu ne kadar sorgulasa da anlaşılamayabilir. Jung, o zaman en iyisinin rüyayı aklın bir köşesine yazmak olduğunu söyler, çünkü daha sonraki bir tarihte rüya açıklık kazanabilir. Çoğu zaman dışarıdaki bir olay, kişinin üzerinde durduğu bir rüyayı aydınlatacaktır. Jung, kişi rüyayı epey bir süre aklında evirip çevirirse, her zaman rüyadan bir anlamın belireceğini söyler.

Jung’a göre, rüyalar ve semboller hiçbir zaman önemsiz ya da anlamsız değildir. Öte yandan, rüyalar çoğu zaman dünyasal kaygılarla doğrudan bağlantılı değildir; birçok insanın rüyaları önemsiz görüp bir yana bırakma eğilimi göstermesinin nedeni budur. Jung, hemen her gece bilinçdışımızdan iletiler almamıza karşın, birçok insanın bunların anlamını keşfetmek için çaba göstermemesini, hatta rüyalara güvenmemesini ya da onları küçümsemesini inanılmaz bulduğunu söyler.

Hatta bilinçdışının hakkımızda ne düşündüğünü merak eder! Jung, Freud’un “rüyanın yalnızca gerçeği gizleyen bir dış görünüş olduğu, bu görüşün ardında önceden bilinen, ama bilinçten uzak tutulan bir anlamın bulunduğu” görüşünü asla benimseyememiştir. Jung’a göre, çoğu zaman rüyaları anlamak güçtür, çünkü rüyalar bilinçdışının dilini oluşturan semboller ve resimlerle dile getirilir. Rüyalar kasıtlı olarak aldatıcı değildir; onlar yalnızca bilinçdışının fikirleri kendi tarzınca dile getirmeye yönelik doğal girişimleridir.

Kaynak:  holyharmony

 

 

Çiğdem Sarıgül

Çocukluğumdan beri bu evrendeki gerçek rolümüzü, gerçekten nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi araştırıyorum. : )

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu